Friedrich Hegel: Korkulu Rüyamız

Her türlü eleştiriye kapalı dogmatik bir düşünceye sahip olan Ortaçağ Felsefesinin bitmesiyle birlikte başlayan Rönesans Felsefesi, düşüncenin yeniden özgürleşmesini sağladı ve felsefe yüzünü tekrar insana döndü bu keskin dönüş artık Modern Felsefenin başladığının da habercisiydi.

Modern Felsefe üç büyük ismiyle beraber gelmişti; Descartes, Spinoza ve Leibniz… Modern Felsefeden sonra başlayan Aydınlanma Felsefesi ise “İngiliz Aydınlanması”, “Fransız Aydınlanması” ve sonrasında Kant ile birlikte başlayan “Alman Aydınlanması” olarak devam etmiş ve sahneye Immanuel Kant çıkmıştı.

Ben felsefedeki büyük dönüşümün Kant ile başladığını düşündüğüm için Kant Felsefesini daha önce yazmış olduğum üç Kant yazısıyla anlatmaya çalışmıştım. O yazılarımdan hatırlayacağınız gibi Kant, yazmış olduğu “Saf Aklın Eleştirisi”, “Pratik Aklın Eleştirisi” ve “Yargı Gücünün Eleştirisi” isimli üç büyük eseriyle Metafizik Düşünceyi oyunun dışına atmış ve bu üç kritiğiyle dünyayı Fenomenal Dünya ve Numenal Dünya olarak ikiye ayırmıştı. Biz bilinç sahibi insanların ise bu iki dünyadan sadece Fenomenal Dünyanın bilgisine ulaşabileceğimizi, Numenal Dünyanın bilgisine ise asla ulaşamayacağımızı söylemişti. Kant son olarak artık Metafiziğin olmadığı bir dünyada ahlak, adalet, yasa gibi kavramların nasıl olacağını veya nasıl olması gerektiğini “Ödev Ahlakı” dediği evrensel bir ahlak yasası kurgulayarak açıklamıştı.

Kant Felsefesinden sonra çok büyük bir dönem olan Alman İdealizmi büyük bir düşünürle başlayacaktı;

Georg Wilhelm Friedrich Hegel

On dokuzuncu yüzyılın başlarında Modern felsefeyle birlikte felsefeye egemen olan düşünce sistemi Alman idealizmidir. Aslında bu düşünce sistemi Fichte, Schelling ve Hegel tarafından temsil edilse de Alman İdealizminin zirvesi Hegel olduğundan ben Alman İdealizmi dönemine Hegel ile başlamak istiyorum.

Hegel gerek ismiyle gerek felsefesiyle büyük bir isimdir. Mesela onun felsefesi olmadan günümüzün ideolojik düşüncelerini anlayabilmek imkansızdır. Çünkü onun düşünce dünyasına kazandırdığı fikirler sadece felsefe alanında değil siyaset, tarih ve hukuk alanları başta olmak üzere, modern düşüncenin pek çok alanında etkili olmuştur. Böyle bir düşünürün anlatmak istediklerini nasıl anlatacağımı ve ne kadarını başaracağım bilmiyorum. Çünkü Hegel’i anlamanın çok zor olduğunun farkındayım ama yine de Alman İdealizmini anladığım kadarıyla da olsa yazmasam olmazdı. Şimdiden sürç-i lisan edersem affola.

Öncelikle şunu söylemeliyim ki Alman idealizm düşüncesi Kant’ın o büyük felsefesiyle başladığı için belki de Kant olmasaydı Alman İdealizmi diye bir düşünce olmayacaktı diyebiliriz. Bu fikri daha da ileri götürürsek Kant’ın Fenomenal ve Numenal Dünya düşüncesi olmasaydı Hegel gibi, felsefeye yön veren büyük bir düşünür olur muydu bilemiyorum. Çünkü Alman İdealizminin merkezinde Kant’ın, deneyim dünyası olarak adlandırdığı Fenomenal Dünya ve onun da gerisinde de Numenal Dünya diye adlandırdığı bir dünyanın bulunduğunu kabul etmesi yatmaktadır. Az önce de söylediğim gibi Kant bizlerin, Numenal Dünyanın bilgisine ulaşamayacağımızı söylemişti. İşte Alman İdealizmi düşüncesi tam olarak bu noktadan başlar. Çünkü Alman idealist düşünürler Kant’ın bu düşüncesine asla katılmadılar. Alman idealistleri, Metafiziği oyunun dışına gönderen Kant’ı işte bu noktada eleştirdiler. Onlara göre Kant yanılıyordu. Çünkü Alman İdealistleri “Var olan her ne varsa bilinebilir” felsefesini savundular; böylece Metafiziği tekrar oyuna sokmak için Metafiziği idealizme dönüştürdüler.

Bunu nasıl yaptılar? İşte asıl konuya şimdi başlıyoruz.

Hegel, diğer Alman idealistlerinin de kabul ettiği “Her bilgi objesi zihinden çıkar bu nedenle zihnin ürünüdür.” düşüncesini savunarak eğer her bilgi zihnimizin bir ürünüyse o halde “Her gerçek ussaldır, ussal olan gerçektir.” önermesine ulaşmıştı. Aslında Hegel bu önermeye yine Kant’ın öne sürdüğü; “bizler bilgiye dışsal dünyadan yani Fenomenal dünyadan deneyimlerimizle elde ettiğimiz veriler sayesinde ulaşırız” düşüncesiyle gelebilmiştir. Buradan da madem düşünce zihnin bir ürünüdür o halde sadece maddesel dünya yani fenomenal dünya değil numenal dünyanın da bilgisini elde edebiliriz düşüncesine ulaşacaktır.

Hegel bu düşünceye ulaştığı andan itibaren bilinemeyen hiçbir şeyin olamayacağını söyleyecekti. İşte birazdan kafaların karışacağı yere geliyoruz; Hegel, eğer her gerçeklik ussalsa ve bizim bilgimizin tüm nesneleri sadece zihnimizin ürünleri ise bunların ancak bizden başka mutlak bir zekânın ürünü olabileceğini söyler. Çünkü biz bilgiye fenomenal dünyadaki yani dünyamızdaki nesneleri deneyimleyerek ulaşırız ama biz bu dünyanın içine doğduk yani biz doğmadan önce zaten bu dünya vardı. Hegel işte buradan; madem dünya bizden önce vardı ve madem her şey düşünceden ibaret o halde dışımızdaki her şey bizden üsttün ussal bir zekanın ürünüdür düşüncesine ulaşmıştır. Bu da Hegel’e göre Tin, Geist, İde, Mutlak, Mutlak Zihin adını verdiği bir tinsel varlıktır. Bu tinsel varlık tüm sonlu insan ruhlarının dışında bir varlık olmalıdır işte bu da Tanrı’dan başka bir şey olamaz. 

İşte bu düşünce bizi tekrar idealizme götürür yani duyu organlarımızdan gelen verilerle deneyimlediğimiz ve hakkında düşündüğümüz her şeyin kendisinin de düşünce olduğu fikrine. Burası biraz karışık değil mi? Evet, zor biliyorum ama ben size en başında Hegel’i anlamanın zor olduğunu söylemiştim. En iyisi gelin bir örnekle anlamaya çalışalım. Hatta verdiğimiz örnek deneyimlediğimiz Fenomenal dünyadan olsun.

Çay Bardağı Neden Bir Çay Bardağıdır?

Fenomenal dünyadan vereceğimiz örnek bir çay bardağı olsun. Sizce çay bardağı nedir? Ya da şöyle düşünün çay bardağı nelerden oluşur? Bir nesneye çay bardağı dememiz için neler gereklidir? Hadi düşünelim. Neden biz o nesneye çay bardağı diyoruz da diğer nesnelere çay bardağı demiyoruz? İşte Hegel’e göre bu soruların cevabı bizde saklı. Hegel diyor ki; çay bardağının, çay bardağı olurluğu bizim ona ilişkin sahip olduğumuz idelerin toplamıdır.

Yani Hegel’e göre aslında biz çay bardağını deneyimlediğimiz zaman çay bardağının sahip olduğu tümel kavramların toplamını deneyimliyoruzdur. Tümel ve Tikelin ne olduğunu daha önceki yazılarımda anlatmıştım bu nedenle tekrar etmiyorum. Fakat anlaşılması açısından şu kadarını söylersem biz çay bardağının ince, saydam, yuvarlak hatlı ve bir avuç içi kadar olduğunu söylüyorsak aslında tüm bu söylediğimiz çay bardağına ait olan tüm bu özelliklerin toplamı yani çay bardağının tümel kavramların toplamıdır.

Hegel’e göre çay bardağını oluşturan bu tümeller kendine ait bir varlığa sahiptirler. Fakat onlar ayrı ayrı var değildirler. Hegel buradan şu sonuca ulaşır çay bardağı hakkında bildiğimiz her şeyin, aslında çay bardağına ait olan tümellere, çay bardağının tümellerine ilişkin bildiğimiz şeyler olduğu fikrine. O halde nesne ile özne arasında bir ilişki vardır. Böylelikle Hegel idealizminin özüne ulaşır. Yani aslında bizim deneyimlediğimiz ve hakkında düşündüğümüz her şeyin kendisinin de düşünce olduğu fikrine. Böylece Hegel, o ünlü “Mutlak İdea” fikrine ulaşmış olur. Tüm gerçekliğin mutlak ideada bulunduğu fikrine…

İşte bu düşüncesiyle Hegel, Kant’ın Numenal Dünyasına hoşça kal diyecektir. Kant’ın “Kendinde şey” düşüncesi onun felsefesiyle kabul edilemez olmuştur. Hegel’e göre gerçeklik sadece ve sadece düşüncedir.

Hegel böylelikle tüm gerçekliğin mutlak ideada bulunduğunu ya da mutlak idea tarafından temsil edildiğini söyler. Hegel bu düşüncesinden sonra Mutlak İdea’ya, ya da daha popüler ismiyle Mutlak Tin’e gidecektir.

Hegel düşüncesi zordur demiştim. Bu yüzden biz şimdilik burada kalalım. Mutlak Tin’e gitmeyelim. En iyisi Mutlak İdeamızdaki çay bardağımıza bir bardak demli çay koyalım ve mis gibi demlenmiş çayımızı içerken “Bakalım bu işin sonu nereye varacak” diye düşünelim.

Kaynakça:

Felsefe Tarihi & Thales’ten Baudrillard’a – Ahmet CEVİZCİ

Hegel’den Nietzsche’ye – Karl Löwith


Yorum bırakın