Bir önceki yazımda Hegel’in siyaset, ahlak, doğa felsefelerine girmeden sadece tin felsefesini anlatmaya çalıştım. Hegel, Tin Felsefesiyle, Kant’ın sadece fenomenal dünyanın bilgisine ulaşabiliriz düşüncesine karşı çıkmış ve Kant felsefesinin karşısına “Mutlak İdealizm” düşüncesini getirmişti.
Hegel düşünceleriyle başta Almanya olmak üzere tüm Avrupa’da çok büyük yankı uyandırdı. Bu yankı yıllar içinde öyle bir boyuta geldi ki siyasi yelpazenin hem sağ hem de sol düşüncesi Hegel’in fikirlerine sahip çıktı. Sağ kanat Hegelciler, Hegel’in mutlak idealizminin sağ siyasi argümanlarla yorumlanabileceğini öne sürmekteydi. Sol kanat Hegelciler ise başta Marx ve Engels olmak üzere Hegel felsefesini toplum ve tarih kavramları içinde devrimci bir açıdan ele almış ve Hegel’in diyalektik düşüncesini geliştirme yoluna gitmişlerdir. Hegel’in Diyalektik İdealizmi, Marx’da Diyalektik Materyalizme bu geliştirme sayesinde dönüşmüştür. Bu yüzden hala sol düşünceye sahip kişiler tarafından Hegel’in fikirlerine Marx ve Engels’in öğretileri nedeniyle büyük bir tarihsel önem verilmektedir.
Hegel, Mutlak İdealizm düşüncesiyle çok büyük bir kitle tarafından destek görmüş olsa da fikirlerinin karşısında olan ve onu ciddi biçimde eleştiren düşünürlerde olmuştur. Bu düşünürler arasında Hegel’i en fazla eleştiren ve onun en sert karşıtlarından olan; modern felsefenin en ilgi çekici ve etkili filozofları arasında yer alan, 19. yüzyılın iki önemli özgün filozofu Arthur Schopenhauer ve Friedrich Nietzsche olmuştur. Bu yazımda Hegel felsefinden sonra gelen Schopenhauer felsefesinin bir ucundan girmeye çalışacağım.
Schopenhauer gerek kişiliği gerek felsefesiyle Einstein’dan Schrödinger’e, Nietzsche’den Wittgenstein’a, Wagner’den Mahler’e, Tolstoy’dan Beckett’a kadar neredeyse günümüz düşünce dünyasını şekillendiren pek çok kişiyi etkilemiş bir düşünürdür. Bu nedenle böylesine önemli bir düşünürün felsefesini sadece varlık felsefesi ya da bilgi felsefesi açısından incelemek yeterli değildir. Çünkü o, Hegel gibi herkes tarafından kabul edilen büyük bir düşünürün fikirlerini ciddi argümanlarla eleştirebilmesi açısından da önemli bir filozoftur.
Schopenhauer felsefesine başlamadan sanırım önce şunu söylemek lazım; Onun felsefesi bütünüyle evrene içkin bir felsefedir ve net olarak söylenebilir ki felsefesinde herhangi bir aşkınlıktan söz edilemez. Yani onun felsefesinde doğaüstü her hangi bir şey bulamazsınız. Bu nedenle her ne kadar Schopenhauer, Kant felsefesini eleştirmiş olsa da, onun felsefesi Kant ekolüne yakın bir felsefedir. O da Kant gibi; “Neyi Bilebilirim?”, “Nasıl Bilebilirim?” gibi soruların cevabını merak ederek felsefesine başlamıştır.
Schopenhauer, doğada bir neden sonuç ilişkisi olduğunu düşünüyor ve nedenselliği araştırmak istiyordu. Bunun için iki büyük eser yazdı biri “Yeterli Temel İlkesinin Dörtlü Kökü Üzerine” diğeri ise “İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya”
Bu iki eser de çok önemli bilgiler içermesine rağmen ne yazık ki yazılmasının üzerinden ancak 200 yıl geçtikten sonra birebir olarak Sn. Onur Aktaş tarafından muhteşem bir çeviriyle Türkçeye kazandırılmıştır. En azından ben, bu iki kitabı da onun çevirisinden okuyan biri olarak merak edenlere bu çevirileri şiddetle tavsiye ederim.
Tabii ki burada Schopenhauer felsefesinin tamamını ayrıntılı olarak anlatmayacağım. Zaten henüz Schopenhauer hakkında o kadar bir bilgi seviyem olduğunu da düşünmüyorum. Yine diğer yazılarımda olduğu gibi okuduklarımdan anladığım ve anlatabildiğim kadar yazmaya çalışacağım.
Schopenhauer’ın “Yeter Sebep İlkesi” ya da “Yeterli Temel İlkesi” her şeyin var olurken, varlığını ortaya koyarken ya da var olmak için bir nedene ya da bir sebebe sahip olmak zorunda olduğu düşüncesine dayanır. Bu düşünceye daha önce Leibniz ve Hume felsefelerini anlattığım yazılarımda değinmiştim.
Fakat Schopenhauer onlardan farklı olarak yeter sebep ilkesinin iki farklı biçiminden söz ederek ilkeyi anlatmaya çalışır; Biri, doğru olması için bir sebebe zorunlu olarak bağlı olan yargılar; diğeri ise daima bir nedene gereksinim duyan maddi nesnelerdeki değişim.
Schopenhauer’a göre; Hiçbir şey nedensiz meydana gelmez. Hiçbir şey kendiliğinden oluşmaz; Her şey, kendisini meydana getiren, var oluşuna neden olan bir başka şeye ihtiyaç duyar. Bu da bizi yeter neden ilkesine götürür. Schopenhauer yeterli neden ilkesini açıklarken bu ilkeyi dört temel form üzerine oturtur. Ve zihnimizde de bu formlara karşılık gelen dört farklı kavram olduğunu söyler. Bunlar; Fiziksel Nesneler, Matematiksel Objeler, Soyut Kavramlar ve Ben Bilincidir.
Fiziksel Nesneler, “Oluşun” yeter sebep ilkesidir. Tıpkı daha önce Kant’ın dediği gibi; nesneler, deneyimimizi gerçekleştirdiğimiz A Priori olarak bildiğimiz uzay ve zaman içinde birbirleriyle nedensel bir ilişki içine girerler. Ve bu ilişkiler içinde var olurlar. Matematiksel Objeler “Varlığın” yeter sebep ilkesidir. Bu kez uzay ve zaman içinde birbirleriyle ilişki halinde olan Geometri ve Aritmetiktir. Geometri uzay içinde olan tüm nesneler üzerinde temellenir ve onları yan yana, alt alta, arka arkaya, üst üste görebilmemizi sağlar. Aritmetikse zamanı ve nesneleri art arda görebilmemizi sağlar. Soyut Kavramlar ise “Bilginin” yeter sebep ilkesidir. Düşüne bildiğimiz her şeydir ve yine yeterli neden ilkesi tarafından yönetilir. Schopenhauer Benlik bilincini ise şöyle açıklar; “Ben” kavramı isteyen, istekte bulunan, istemde bulunan öznedir. Hegel’in Tin felsefesini anlattığım yazıyı hatırlarsanız, o yazıda Hegel’deki tininin, Mutlak Tine giderken isteme ediminin onu nasıl öznel tine döndürdüğünü düşünün. İşte Schopenhauer’a göre bu sürekli bir şeyler isteyen öznenin, isteme edimleri de yeter neden ilkesiyle yönetilir ve “Eylemin” yeter sebep ilkesidir.
Sonuç olarak Schopenhauer’a göre ister çevremizdeki fiziksel nesneler, ister mantığın soyut kavramları ya da matematiksel veya geometrik objeler ya da bilen bir özne olarak bizler tüm durumlarda tam anlamıyla bir determinizm içindeyizdir. Schopenhauer’a göre bedenimiz yani öznemiz ve “Ben” de ortaya çıkan arzu ve isteklerimiz, varlığın ve bilginin temelini oluşturur. İsteme eylemi Schopenhauer için önemlidir. Çünkü İnsan sadece bedeniyle varoluşunu gerekçelendiremez, insanın düşünsel aktiviteleri bir başka ifadeyle, akıl sahibi, düşünen bir varlık olması da onun var oluşunun önemli bir ispatıdır.
İşte şimdi Schopenhauer felsefesinin kırılma noktasına geldik. Akıl sahibi, düşünen bir varlık olan insan, kendini bir varlık olarak ispatlarken “isteme, arzu ve istek” güdüleri onun varoluşunda önemli bir etkendir. Schopenhauer’a göre isteme bütünüyle gerçekliğin kendisinde ve tek tek nesnelerinde kendini gösteren “kendinde şeydir.”
“Kendinde Şey” bu kavramı hatırladınız mı? Kant’ı yazarken bahsetmiştim. Kant, kendinde şey kavramını nasıl tanımlıyordu? Fenomenal dünyada, nesnelerin bize uzay-zaman içinde göründükleri biçimlerinden farlı olarak, uzay-zaman olmadan ki görünüşleri. İşte Schopenhauer felsefesinin kırılma noktası tam olarak burasıdır. Schopenhauer, kendinde şeyin isteme güdümüz olduğunu ileri sürer.
Böylece nasıl ki Descartes “Her şeyden şüphe duyabilirim ama sadece şüphe duyduğumdan şüphe duyamam, şüphe duyuyorsam düşünüyorumdur; düşünüyorsam o halde varım” diyerek ünlü Cogito Ergo Sum sözüne ulaştıysa. Ve nasıl ki Cogito ile “Ben” kavramına ulaşıp varlığını ispat ettiyse; Schopenhauer’da kendinde şey olarak tanımladığı isteme ediminin, arzu ve isteklerimizin yani bedensel güdülerimizin varlığımızın temeli olduğunu söyler.
Kaynakça: İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya – Schopenhauer
