Bir önceki “Anti Hegelciler: Arthur Schopenhauer” başlıklı yazımda Hegel Felsefesini eleştiren 19. yüzyıl Modern Felsefe filozoflarından Schopenhauer’ın felsefesinin kıyısından köşesinden giriş yapmıştık. Schopenhauer’ın tüm felsefesinde aslında gerçekliğin ne olduğunu anlamak istediğinden bahsetmiş ve bunun için de öncelikle yeterli sebep ilkesini ele aldığını söylemiştik. Daha sonra, yazmış olduğu “Yeterli Temel İlkesinin Dörtlü Kökü Üzerine” isimli eserinde yeterli temel ilkesinin formlarını; Fiziksel Nesneler, Matematiksel Objeler, Soyut Kavramlar ve Ben Bilinci olarak belirlediğinden bahsetmiştik. Bu yazımda ise Schopenhauer’ı Kötümserlik Felsefesine doğru götürecek olan “Dünya Benim Tasavvurumdur” cümlesine doğru kısa bir yolculuk yapacağız.
Schopenhauer dörtlü kökü belirledikten sonra kendisini kötümserlik duygusuna götüren bir bilgiye ulaşacaktır. Yeterli sebep ilkesinin formları ona, yaşanılan tüm olaylarda ve alanlarda zorunluluğun ve nedenselliğin geçerli olduğunu gösterecekti. Bu da onu karanlık bir kötümserliğe fırlatmıştır.
Kant’ın keşfetmiş olduğu, uzay ve zaman kavramlarının, deneyimlerimizi yaşamamıza olanak veren A Priori kavramlar olduğunu keşfetmesi önemli bir bilgidir. Zaten Schopenhauer da Kant’ın bu başarısını fazlasıyla takdir eder. Kant’dan ayrıldığı nokta ise Kant’ın fenomenal dünyada uzay-zaman içinde gördüğümüz her şeyin uzay-zaman olmadan ki hallerine “kendinde şey” demesidir. Çünkü Schopenhauer için kendinde şey “istenç, isteme” güdülerimizdir. Bu düşünce de onu o ünlü “Dünya benim tasavvurumdur.” cümlesine götürmüştür.
Schopenhauer’a göre tüm varolan her şey yani bütün dünya özne için vardır. Ona göre dünya sadece algılayanın algısıdır. Dünya kendisini sadece obje olarak özneye sunar ve biz özne olarak sadece algıladığımız dünyayı biliriz. Fenomenal dünyadan gelen veriler önce algılarımıza oradan da anlamamıza dönüşür. Schopenhauer’a göre özne yok olduğunda anladığımız dünya da yok olur. Çünkü ona göre dünyanın iki ayrılmaz zorunlu yönü vardır; Biri özne diğeri nesne…
Schopenhauer ,”İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya” adlı eserinde; “Bu iki ayrılmaz zorunlu yön öznenin düşüncesinde bile ayrılamaz. Çünkü bu ikisinden her birinin öteki aracılığıyla, öteki için anlamı, varlığı vardır. Bunların her biri öteki ile vardır; ötekiyle de yok olur. “ diyecektir.
Schopenhauer işte tam bu noktadan Kant ile ayrıldıkları “kendinde şey” kavramının “isteme” güdüsü olduğu yere giriş yapar. Schopenhauer’a göre insanda bulunan “isteme” güdüsü kendini bir zorunluluk olarak gösterir ve bu onun felsefesindeki kötümserliğin ve karamsarlığın nedenidir. İnsan her şeyi meydana getiren bu güdüden tamamen kurtulamayacak olsa da istencin emrine boyun eğerek acı ve kederden kurtulabilir.
Schopenhauer, fenomenal dünyanın yani görünen dünyanın tüm gerçekliğinin insanda bulunan bu istenç güdüsünde olduğuna inanmaktaydı. Schopenhauer’a göre bu isteme duygumuz düşünemeyen ve bilinci olmayan bir öze sahipti. Ve ne yazık ki insan bu güdünün esiriydi.
İsteme Güdüsü
İsteme güdümüz insan aklının kontrol edemediği tek güdümüzdü ve tek bir amacı vardı tatmin olmak. Bu nedenle tatmin duygusuna ulaşmak için her yolu deneyebilirdi. Tatmin olmayan istenç insanı bıkkınlık, kötümserlik ve tabii ki acı içine sokuyordu. Ve işte şimdi, Schopenhauer felsefesinin kilit noktasına geldik. Ona göre; bizleri bıkkınlık ve acı içine sokan bu anlamsız hayattan kaçınmanın tek bir yolu vardı: İstencimizi öldürmek!
İnsanın çılgın bir şekilde bıkıp usanmadan istek duygusu içine girmesi; Evet, kültürü, ilerlemeyi hatta uygarlıkları meydana getirmiştir ve bu kesinlikle doğrudur ama insana en büyük acıları ve kötülükleri de getiren yine bu istenç duygusu olmuştur. Çünkü “İstenç Güdümüz” hep ister, hep yeni şeyler talep eder. Ve tatmin edilemeyen bir tatminsizlik içinde insan bu istenç duygusuyla yaşamaya devam eder.
Schopenhauer hakkında yazmış olduğum bu iki yazının da onun felsefesini anlamak için kesinlikle yeterli olmadığının farkındayım. Çünkü henüz ben de Schopenhauer Felsefesi hakkında yeterli bir bilgiye sahip değilim ancak bu eksikliğimi kapatmak için felsefe okumaları yapmaya devam ediyorum. Onun felsefesini anlamak için kendisinin yazmış olduğu ve nihayet 200 yıl sonra tam metninin çevirisine ulaştığımız “İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya” isimli kitabı sizler için büyük bir kaynak olacaktır. O kitabı bir kaç kez okumanın Schopenhauer Felsefesi anlamında büyük bir fayda vereceğini düşünüyorum.
Hikâyenin en başından yani Antik Yunan Felsefesinden başladığım yazılarıma kronolojik bir sıra içinde devam ederek nihayet 19. yüzyıl Modern Felsefesinde, Schopenhauer Felsefesine kadar geldik. Tabii ki her zaman dediğim gibi benim bu felsefe yazılarım ancak genel kültür düzeyinde ayrıntılara inmeden olabildi. Ayrıntıya inmemiz, her filozofu derinlemesine incelememiz anlamına gelirdi ki bu da yazıları daha fazla uzatmama neden olacaktı. Bunu da zaten sevmediğinizi bildiğim için burada topu size atıp kenara çekiliyorum.
Schopenhauer Felsefesinden sonra devam edersek, felsefe tarihinin bizi getireceği yer tabii ki korkulu rüyam Karl Marx ve Friedrich Engels yani Marx Felsefesi olacak. Bu nedenle Schopenhauer Felsefesi burada yazdığım felsefe yazılarımın sonuncusu mu olur yoksa cesaret edip Karl Marx’ın felsefesine de girer miyim bilmiyorum. Çünkü henüz Marx gibi bir ismi anlatacak kadar derin bir bilgi birikimine sahip miyim onu da bilmiyorum. Belki önce hayatını anlatan bir yazı yazabilir. Bakalım, göreceğiz…
En iyisi ben Schopenhauer Felsefesini Pindaros’un “Bütün Zafer Şarkıları” adlı eserinde geçen bir cümlesiyle bitireyim; “Bir gölgenin rüyasıdır insan”
Kaynakça:
İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya – Schopenhauer
Yeterli Temel İlkesinin Dörtlü Kökü Üzerine – Schopenhauer
