Kant ve Kopernik Devrimi

Felsefe tarihini kronolojik bir sıra içinde okurken Immanuel Kant ve onun Transandantal Felsefesine geldiğinizde büyük bir kırılmanın farkına varıyorsunuz. Sanki Kant Felsefesi olmasaydı Kant’dan sonraki felsefede anlatılan hiçbir şeyin bir anlamı olmayacakmış gibi geliyor. Hatta Kant sonrası felsefe sanki Kant’la birlikte önümüze seriliyor gibi… Çünkü Kant’dan sonraki bütün düşünürler öyle ya da böyle bir ucundan Kant’a dokunmak zorunda kalmışlardır.

Kant Felsefesinden sonra artık biliyoruz ki yaşadığımız bu fenomenal dünyada, olumlu ya da olumsuz ama sürekli bir değişim ve dönüşüm halinde olan bizler yani özneler fenomenal dünyanın nesneleriyle yani fenomenlerle sürekli bir ilişki halindeyiz.

Kant’dan çok sonra gelecek olan Varoluşçuluk felsefesinin diliyle konuşursak bizler fenomenal dünyada kendi özgür irademizle sürekli olarak değişen ve dönüşen bireyleriz. Fenomen dediğimiz şey ise bu yaşadığımız fenomenal dünyada kendini bize ifşa edendir.

Fenomenler tek tek birer varlık olarak niteliklerine uygun bir biçimde kendilerini bize ifşa eder; bizler de yine Kant’ın bizlere söylediği algılama, düşünme, idrak etme ve anlama yetilerimiz sayesinde nesnelerle girdiğimiz deneyimleri düşünceye dönüştürür ve onların bilgisine ulaşırız. İşte bu Kant’ın Transandantal Felsefesidir. Kant’ın Transandantal Felsefesine yavaş yavaş giriş yaparken sanırım önce Kant’in bu büyük yolculuğa nasıl cesaret ettiğini yani onu bu düşünceye yönelten motivasyonun ne olduğunu anlatmak gerekecek.

Kant’ın bu büyük yolculuğuna başlamasını sağlayan ünlü İskoç düşünür David Hume’un düşünceleri olmuştur. Hume’un nedensellik ilkesini eleştirmesi Kant’ın oldukça ilgisini çekmiştir.

Nedir bu nedensellik?

Nedensellik, evrende gerçekleşen her olayın mutlaka bir nedeni olması gerektiğini söyleyen bir anlayıştır. Hume ise böylesi bir nedensellik fikrinin saçma olduğunu düşünüyordu. Hume’a göre eğer bir şey yüz kez oluyorsa bu olan şeyin yüz birinci kez olacağı fikri sadece kalıplaşmış bir inanç ya da bir alışkanlık olabilirdi. Çünkü yüz kez olan şeyin zorunlulukla tekrar olabileceğine kimse bir güvence veremezdi. Gelin bunu bir örnekle açıklayalım.

A olayını B olayının nedeni olarak kabul ettiğimizde, aslında A ile B arasında bir bağlantı görmeyiz. Yalnızca bu iki olayın birbirinin ardından gel­diğini algılarız. Birçok kez A’nın, B’nin ardından geldiğini görmek bizde sadece bir alışkanlık duygusu uyandırır. Yani olayların art arda gelmesi bu olaylar arasında zorunlu bir bağ olduğu anlamını çıkartmaz. Hume’a göre bu sadece bir inançtır.

Hume deneyimin önemine inanan bir ampiristti her şeyin bilgisine sadece deneyimle ulaşabileceğimizi söylüyordu. Kant ise deneyimin önemli olduğuna inanıyor fakat  her şeyin bilgisine sadece deneyle ulaşabileceğimize inanmıyordu bu yüzden Ampirizm ile Rasyonalizmi bir noktada birleştirmek istiyordu. Eğer Hume haklıysa ve bütün kavramlar deneyden çıkıyorsa sonsuz olan uzay ve zaman kavramı nereden geliyordu? İşte Kant için bütün macera bu soruyla başlıyordu. Bu konuyu daha ayrıntılı bir biçimde bu yazı dizisinde ele alacağım için o yüzden sizleri de sıkmadan bu yazımda yavaş bir giriş yapmak istiyorum.  

Kant’a göre bizim tasarımladığımız her şey uzay ve zaman içinde yer alır ve Uzay/Zaman olmadan somut olarak bir şeyi tasarımlayamayız. Bu düşünceyle Kant dünyayı Fenomenal ve Numenal dünya olarak ikiye ayıracaktı. Böyle bir ayrımı yani, Fenomenal Dünya (Görünür Dünya) ve Numenal Dünya (Düşünce Dünyası) ayrımını Kant ilk defa 1770 yılında kendisini profesörlüğe yükselten “Duyulur ve Düşünülür Dünyaların Formları ve İlkeleri” adlı yazısında ele almıştı. Kant bu yazısında duyu bilgisi ile düşünme (akıl) bilgisini birbirinden ayırmıştı. Artık Kant için bir yanda uzay ve zaman içinde duyularla algılayabildiğimiz görüngüler yani Fenomenler dünyası, diğer yanda ise akılla erişilebilen İde’ler, kendinde şeyler yani Numenler dünyası vardı.

Bu ne demektir? Gelin bunu da bir örnekle açıklayalım; örneğin gökteki ay kendi başına var olan bir nesnedir; bilgi kuramı bakımından ise sadece bir görüngüdür. Algılayan bir özne için var olan ve bu özneden bağımsız bir varlığı olmayan bir görüngüdür. Ay var olan bir cisimdir bunda hiç kimsenin bir kuşkusu olmaz. Hiç kimse onu görmese de yine de Ay gökyüzündedir ve vardır. Onun gökyüzünde varoluşu onun bir bilinç tarafından algılanıyor olmasına bağlı değildir. Ama öte yandan Ay hakkında konuşurken düşündüğümüz her şey algı ile ilgilidir. Ay hakkında söylediğimiz her şey Ay’ın bizde uyandırdığı algılara dayanır. Aydan edindiğimiz algılar olmasa, böyle bir nesnenin de sözünü edemezdik. Ayın kendisi nesnenin kendisi olarak vardır, ama bizim kendisinin sözünü ettiğimiz ay, bizim için sadece bir “Görüngü” dür. Bütün cisimler için de bu böyledir. Öyleyse görüngü dediğimiz şey algıların bir toplamıdır.

Böylece Kant dünyayı bir yanda Görüngüler Dünyası yani Fenomenal Dünya ya da Duyulur Dünya (Mundus Sensibilis); bir yanda da algılayan bir özne ile herhangi bir bağlantısı olmaksızın var olan gerçekler dünyası, Kant’ın diliyle akılla kavranan Düşünülür Dünya (Mundus Intelligibilis) olarak ikiye ayırmıştır.

Kant da Hume gibi ya da diğer ampiristler gibi  bütün bilgimizin deneyle başladığından hiçbir zaman kuşku duymamıştır fakat ona göre her bilgi deneyle başlasa da yine de bütün bilgilerimiz deneyden çıkmıyordu. Aklın deneyden almadığı ve doğrudan doğruya kendisinden çıkardığı bilgiler de vardır. Bu bilgilere Kant “A Priori” der ve bunları “A Posteriori” olan, yani kaynakları deneyde bulunan empirik bilgilerden ayırır.

Kant böylece bilgiyi “A Priori Bilgiler” (deneye gerek duyulmadan öğrenilen bilgi) ve “A Posteriori Bilgiler” (deneyle öğrendiğimiz bilgiler) olmak üzere ikiye ayırmıştır.

Yine bir örnekle devam edelim; biz suyun 100 derecede kaynadığını ancak deneyle bilebiliriz. Ama üçgenin üç tane kenarı olduğunu bilmemiz için deney yapmamıza gerek yoktur çünkü dörtkenarı olan bir üçken kimse hayal edemez. Bu bilgilerden birinin “Apriori” diğerinin ise “A Posteriori” olduğunu artık öğrenmiş olduk.

Kant bilgiyi ikiye ayırdıktan sonra bize bildiğimiz şeyleri öğreten “Yargı” dediğimiz öğretici cümleleri de ikiye ayırmıştır. “Analitik Yargılar” ve “Sentetik Yargılar” olarak. Analitik Yargılar deneye gerek duymazken, Sentetik Yargılar deneye bağımlıdırlar. Bunun yanı sıra Analitik Yargılar daima doğru olan yargılarken, Sentetik Yargılar doğru ya da yanlış olabilen yargılardır. Analitik Yargılar bilgimizi genişletmezken, Sentetik Yargılar bilgimizi genişletirler.

Hemen bir örnek verelim; “Su 100 derecede kaynar” bu cümle bir yargıdır. Ve Kant’a göre “Sentetik A Posteriori” bir yargıdır çünkü hem deneye dayalı hem de bilgimizi genişleticidir. Çünkü biz bu cümleyle suyun 100 derecede kaynadığını öğreniriz ve bilgimiz genişler. Bilgimizi genişleten yargılara ne diyorduk? Sentetik yargılar. Sentez kelimesiyle akılda daha kolay tutabilirsiniz.

Ama çok bilindik bir örnek verirsek; “Bekâr erkekler evli değildir” yargısı ise “Analitik A Priori” bir yargıdır çünkü “Bekâr” kelimesi zaten “evli olmayan” olduğundan bilgimizi genişletmez bu nedenle analitik yargıdır. Aynı zamanda biz bütün bekâr erkeklere evli olup olmadıklarını sorarak yani deney yaparak bekâr olduklarını bilmeyiz. Zaten biliriz ki bekar, evli olmayandır. Bu yüzden bu yargı cümlesi deneyle bildiğimiz bir yargı değildir ve bilgimizi de genişletmez yani “Analitik A Priori” bir yargıdır.

Kant bilginin deneyimle gelmesine rağmen akılda oluştuğuna ve aklın bilgiye iki adımda ulaştığını düşünüyordu; “Duyarlık” ve “Anlık”

Duyu organlarımızın nesnelerden aldığı veriler sayesinde tasarımlar edinme yetisine duyarlık denir. Duyarlık ile bize nesneler verilirler ve ancak duyarlık ile biz görüler elde ederiz. Duyarlık dediğimiz şey duyu organlarımız sayesinde duyum ve duyguları algılayabilme yetimizdir.

Anlık (Müdrike) dediğimiz şey ise duyularımızdan ayrı olarak var olan bilme yetisidir. Akılla ölçme, yargılama, kavrama, anlama gücüdür. Anlama yetimizdir.

Sonuç olarak Duyarlık ile bize nesneler verilirken, Anlık ile bu nesneler üzerinde düşünebiliriz. Daha açıklayıcı olması açısından şöyle de diyebiliriz; Duyarlık ile görüngü (fenomen) algıya ulaşır; anlama yetisi, görüngüyü kavramlarla sentezleyip; yargıya dönüştürür.

Peki şimdi sıra da elde ettiğim yargıları birleştirerek bir bütüne ulaşmak var. Bunu sağlayan ise “Düşünme” eylemidir. Algı ile sağlanmış olanlar yani algı ile bana gelen veriler düşünmenin etkinliğiyle bağlayıp birleşmesi. Peki, verileri birbirine bağlayıp birleştiren nedir?

Düşünme duyu organlarımızdan aldığımız verileri birbirine bağlar ve bizler kavramları bu şekilde düşünebiliriz. Düşünmemizdeki bu birleştirici özellik olmasaydı ne olurdu? Elbette dünya bizim için çok karmakarışık bir hale gelirdi. Çünkü hiç veriyi birbirine bağlayamazdık. İşte dünya üzerinden duyu organlarımız yoluyla bize gelen algıların bu karmaşasını düzenli bir dünya haline getiren düşünmemizdeki bu birleştirici özelliktir.

Peki biz bunu nasıl yapıyoruz?

Kant düşünebilmemizi sağlayan ve yargıları birbirlerine bağlayarak birleştirici özelliği meydana getiren 12 form olduğunu söyler. Bunlara da “Kategoriler” adını verir.

Nicelik: birlik, çokluk, bütünlük  

Nitelik: gerçeklik, hiçlik, sınırlama

Bağıntı: töz ve ilinek, neden ve etki, eyleyen ve edilgin olan

Kiplik: olanak ve olanaksızlık, varolma ve varolmama, zorunluluk ve rastlantı.

Bunlar bilgimiz için zorunlu kavramlardır. Ama algıdan ve deneyden gelmezler. İşte burası Kant için önemlidir çünkü kategorilerin tamamı zihnimize aittir deneysel değildir. Ve asıl önemli olan kategoriler olmadan bizim için nesneler dünyası meydana gelemez.

Peki biz bunu nasıl başarıyoruz?

Kant’a göre dış dünyada gördüğümüz nesneler yani Fenomenler duyumlarımız sayesinde Fenomenal dünyadan görü olarak bizde belirir. Bu görüler deneyim yoluyla “A priori” olarak bizde olan zaman ve mekan içinden geçerek teorik akla yani Anlık’a gönderilir. Eğer Anlık’a gelen veriler orada Anĺık’ın yukarda belirttiğimiz on iki kategorisinden birinin altına denk gelirse bizde bilgi meydana gelir.

Böylece Kant ünlü eseri “Saf Aklın Eleştirisi”nin temel sorusunun cevabını bulmuş olur; Deneyden bağımsız olan bir bilgi olamaz. Bilgi, duyularla gelen verilerin düşünme ile işlenmesidir.

Kant’dan önce Leibniz’de evrenin günümüz Atom teorisine yakın olmasa da benzerlik gösteren “Monadlar” denilen küçük parçaların birleşiminde oluştuğunu söylemişti. Ve yine Kant’dan önce monadların uzay ve zaman içinde bulunduğunu, monadlarının yanyanalığını bize uzayın yani mekanın, art aradalığını ise zamanı gösterdiğini söylemişti.

Bunu Leibniz Kant’dan önce görmüştür fakat Leibniz’e göre monadların yan yana ve art arda olmalarını ancak Tanrısal bir güç sağlayabilirdi ve monatların yan yana ve art arda bu serimlenişi Tanrının istemiyle Leibniz’in ünlü “Mümkün dünyaların en iyisi” olan dünyayı meydana getiriyordu.

Kant ise yolculuğuna daha farklı bir yoldan devam etmiştir. Kant bu yolculuğa çıkışında “Hume beni dogmatik uykularımdan uyandırdı” dese de ve Hume’un etkisi büyük olsa da diğer büyük etki Leibniz’in matematik kuramlarını incelerken olmuştur.

Leibniz geometride eşitlik olmadığını örtüşebilirlik olduğunu fark eden ilk kişidir. Leibniz eğer geometrik iki cisim örtüşebiliyorsa bu iki geometrik şeklin eşit olduğunu söylüyordu. Öyleyse içsel ve dışsal parçaları birbiriyle aynı ve aynı dizilişe sahip iki şekil üst üste çakıştığında her zaman birbirine eşit olması gerekiyordu. Geometri bize bu kesin bilgiyi vermiş olmasına rağmen dizilişleri aynı olduğu halde neden biz sol eldivenimizi sağ elimize giyemiyorduk? İşte Kant’ın mucizevi yolculuğu bu soruyla başladı.

Eğer bizler iki boyutlu bir dünyada yaşıyor olsaydık nesneler birbirleriyle eşit olarak örtüşebilecekti fakat üç boyutlu bir dünyada yaşadığımız ve tüm nesneleri bu üç boyutlu dünyada uzay-zaman içinde gördüğümüz ve algıladığımız için nesneler aynı dizilişe sahip olsalar bile yönlerinin farklı olması nedeniyle asla örtüşememektedirler.

Kant işte bu noktada çok basit bir soru sormuştur. “Bize yön kavramını veren nesneler midir?”

Eğer bize yön kavramını dünya üzerindeki nesneler verseydi tüm benzer nesneler birebir örtüşürdü. O halde bize yön kavramını veren nesneler olamaz. Bize yön kavramını veren fenomenlerin yani nesnelerin içinde olduğu uzay-zamandır. Böylece Kant fenomenlerin “A Priori” olarak bildiğimiz uzay-zaman içinde algılana bildiklerini ve deneyimlene bildiklerini kanıtlamıştır. Bunu görmek, bu bilgiye ulaşabilmek tüm felsefe tarihi için büyük bir devrimdir.

Peki, uzay ve zamanın “A Priori” bir bilgi olduğunu nasıl anlamıştır? İşte Kant Felsefesinde dikkat etmemiz gerekli olan nokta tam olarak burasıdır. Uzay ve zaman benim nesneleri deneyimleyebildiğim bir yer ama ben asla uzayı deneyimleyemiyorum o halde ben uzay kavramını nereden biliyorum? Eğer ben uzayı deneyimlerimle, duyularımdan gelen verilerle türetemiyorsam, uzayın kendisi duyusal bir şey değilse o halde ben uzay temsilini nereden biliyor olabilirim? Böylece Kant fenomenleri deneyimleye bildiğimiz uzay-zamanın “A Posteriori” yani deneyle elde edilen bir bilgi olmadığını onun “A Priori” olarak bildiğimiz bir bilgi olduğunu göstermiştir. Demek ki uzay ve zaman doğumumuzdan beri bizde olan, bizim dışımızdaki tüm fenomenleri deneyimlememizi sağlayan “A Priori” olarak bildiğimiz bir temsildir.

Ve eğer nesneler yani fenomenler bize uzay-zaman içinde görünüyorlarsa yani uzay-zaman elbisesini giyerek bize görünüyorlarsa o elbise olmadan yani uzay-zaman olmadan ki hallerinde kendilerine ait bir formları olabilir mi? İşte Kant nesnelerin uzay-zaman olmadan ki hallerine “kendinde şey” ya da bir diğer ismiyle Numen demiştir. İşte Numenal Dünya dediği de budur.

Peki yazımızın başlığı olan Kopernik Devrimi bunun neresindedir. Biliyorsunuz ki Kopernik’den önce Tanrının Dünyayı insanlık için yaratığı ve bu nedenle her şeyin insanın etrafında döndüğüne inanılıyordu. Güneşin, yıldızların hatta tüm evrenin bile. Buna “Dünya Merkezli Evren Teorisi” deniliyordu. Dünya sabitti ve her şey onu etrafında dönüyordu.

Kopernik ise yıldızların hareketlerini inceliyor ve hiçbir hesaplamasında böyle bir şeyin mümkün olmadığını görüyordu. İşte o zaman bunun tersinin mümkün olabilirliğini hesaplamak istedi. Güneşi sabit alarak dünyanın kendi etrafında ve güneşin etrafında döndüğünü varsaydı. İşte o zaman bütün hesaplar birbirleriyle uyuştu. Böylece “Güneş Merkezli Evren Teorisi” kanıtlanmış oldu.

Kant’dan önce ise fenomenal dünyanın bilgisini bize nesnelerin verdiği düşünülüyordu oysaki Kant özneyi yani bizleri de işin işine sokarak anlama, düşünme, hayal etme, idrak etme yetilerimizle bilgiyi bizim inşa ettiğimizi göstermiştir. İşte Kant’ın Kopernik Devrimi dediği şey de tam olarak budur.

Kaynakça:

Felsefe Tarihi & Thales’ten Baudrillard’a – Ahmet CEVİZCİ

Kant Okumaları – Ahmet Ayhan ÇİTİL

Dilozof Felsefe Konuşmaları – Pelin Dilara Çolak ( YouTube )

Felsefe Konuşmaları – Habib KAVAK ( YouTube )


Yorum bırakın