Her hangi bir konuda doğru düşünmediğimiz zaman, hemen çevremizden “Bu konuda doğru düşünmüyorsun” ya da “Hiç mantıklı düşünmüyorsun.” gibi tepkiler alırız. Neden bazen doğru düşünemiyoruz? Bu sorunun cevabını genellikle Psikoloji Biliminde arasak da Psikolojiden çok önce, geçmiş yıllardan gelen felsefi birikim bu soruya cevap vermeye çalışmıştır.
Sn. Mutluhan İzmir’in “Öznenin Diyalektiği” adlı kitabının önsözünde yazmış olduğu gibi “İnsanın yapısını anlamaya, nerede nasıl davrandığını çözmeye çalışan ilk disiplin; psikiyatri, psikanaliz ya da psikoloji değil felsefe olmuştur. İnsanın yapısını çözmeye çalışan diğer disiplinler bu felsefi zeminin üzerine temellendirilmiştir. “
“Mantık” doğru düşünmenin yöntemlerini ortaya koyan kural koyucu bir bilim, aynı zamanda doğru düşünmenin kurallarını irdeleyen felsefi bir disiplindir. Yüzyıllar önce Aristoteles “Organon” adlı eserinde bugün bizlerin “Mantık” dediği disiplini anlatmış ve doğru düşünmenin yollarını belirlemiştir.
Aristoteles, mantığı üç temel ilkeyle açıklamıştır; Özdeşlik, Çelişmezlik ve Üçüncü Halin İmkansızlığı. Bu üç ilkeye “Mantık İlkeleri” denilmiştir. Bu ilkelere daha sonraki yıllarda “akıl ilkeleri”, “varlık ilkeleri”, “düşünme yasaları”, “bilginin normatif yasaları” gibi adlar da verilmiştir. Ve bizler hiç farkında olmasak da günlük hayatımızda bu Mantık İlkelerini uygularız.
Özdeşlik, Çelişmezlik, Üçüncü Halin İmkânsızlığı ilkelerinin yanında birde bu ilkelere sonradan eklenen dördüncü bir ilke “Yeter Sebep İlkesi” vardır. Bu son ilke bazı mantıkçılarca mantık ilkesi olarak görülmemekle birlikte ilk defa 17. Yüzyılda Leibniz tarafından mantık ilkelerine eklenmiştir.
Mantık İlkeleri
En basit tanımla; Mantık İlkeleri doğruyu bulmak ve doğru düşünebilmek için gereken ilkeler bütünüdür. Bu ilkeleri kısaca açıklarsak;
1-Özdeşlik İlkesi: “A, A’dır” diye ifade edilir. Özdeşlik ilkesine göre; Her var olan kendisiyle özdeştir; Her şey kendisiyle aynıdır; Bir şey ne ise odur. Bu ilkeye göre her şeyin kendisiyle özdeş olması bir zorunluluktur. Bu ilke çok basit bir ilke olarak görülse de mantık ilkeleri içinde son derece önemli bir ilkedir. Çünkü düşünmenin başlangıcını oluşturur. Bu ilke olmasaydı iki şey arasındaki farkları bilmek olanaksız olurdu.
2-Çelişmezlik İlkesi: “A, A olmayan değildir” diye ifade edilir. Lütfen buraya dikkat edelim, bu ilke bize A, B değildir demiyor ya da A, Ağaç değildir, Masa değildir demiyor. A, A olmayan değildir diyor. Yani bu ilkeye göre bir şey aynı zamanda hem kendisi hem de başka bir şey olamaz. Bu ilke kısaca “bir şey sadece kendisidir ve kendisinden başka bir şey olamaz” diye tanımlanabilir.
3-Üçüncü Halin İmkânsızlığı İlkesi: “Bir şey ya A’dır ya da A olmayandır” diye ifade edilir. Bu ilkeye gör üçüncü bir durum imkânsızdır. Bir şey ya vardır ya yoktur; üçüncü bir hal olamaz.
Bizim bu yazımızda üzerinde duracağımız konu ise Mantık İlkelerinden dördüncüsü yani herhangi bir şeyin var olabilmesi için yeterli bir sebebin olması gerektiğini öne süren düşünce; Leibniz’in 17. Yüzyılda felsefeye soktuğu “Yeter Sebep İlkesi” ya da “Yeter Neden İlkesi”
Bu ilkeye göre her şeyin bir var olma sebebi vardır. A nerede görünürse görünsün ancak B ile ispatlanırsa A’nın varlığına inanılır. Yani Eğer A bir B ile yani bir neden ile ispatlanmazsa A’nın varlığı mantıklı bulunmaz. Bu ilkeye göre “yeter sebep” olmadıkça hiçbir yargı doğru olamaz. Leibniz bu ilkeye “hiçbir şey sebepsiz yere meydana gelmez” düşüncesiyle ulaşmıştır.
Onu bu ilkeye götüren aklına takılan bir soruydu; “Neden hiçbir şey yok değil de bir şeyler var?” bu soru onu olasılıklar evreninde her şeyin bir nedeni olduğuna ve her nedene verilen cevap ise onu sonuz bir nedenselliğe götürüyordu. Aslında Leibniz Mantık ilkelerine dördüncü ilkeyi eklerken tek bir amacı vardı; Tanrının varlığını kanıtlamak, bunu birazdan açıklayacağım ama önce Yeter Sebep İlkesini anlamaya çalışalım.
Günlük hayatımızda bir konu ya da bir kavram hakkında konuşurken yaptığımız bütün açıklamalarımızda bir özne ve bir yüklem vardır. Yani bir eylem ve o eylemi eyleyen bir özne. Bunu daha iyi açıklaya bilmem için önceki Kant yazılarından aşina olduğumuz iki kelimeyi hatırlayalım; A Priori (Deneye gerek duymadan elde ettiğimiz bilgi) ve A Posteriori (Deneyerek duyu organlarımız aracılığıyla elde ettiğimiz bilgi) Gelin şimdi bu iki kavramı bir örnekle anlatalım. “Bekar olan Hasan henüz evlenmedi” cümlesinde eylem olan “bekarlık” kavramının özneye ait olduğunu biliyoruz hatta cümlenin devamından da neden özneye ait olduğunu da açık şekilde anlayabiliyoruz. Çünkü bekar olmak için evlenmemiş olmak gerekir. İşte bu A Priori bir bilgidir. Yani deneye dayanmaz. Zaten biz “bekar” kavramının; evlenmemiş olmak olduğunu bildiğimizden bu nedenle cümlenin de A Priori olduğunu bilebiliyoruz ve A priori kavramlar bilgimizde bir genişleme yaratmazlar. Fakat Leibniz’e göre “Hasan uzaya çıktı.” cümlesi ise A Posteriori bir cümle olduğundan yani deneyle ulaşabileceğimiz bir bilgi olduğundan; Hasan’ın bu cümledeki eylemi koşullu bir gerçeği yansıtır. Bu nedenle doğru, ama yanlış da olabilir. Leibniz Yeter Sebep İlkesini işte bu iki kavram aracılığıyla açıklar. Fakat Leibniz’e göre Eğer Hasan’ın uzaya çıkmasında bir sebep varsa bu cümle doğrudur. Eğer mantıklı bir sebep yoksa cümle zaten baştan yanlıştır.
Yukarıda Leibniz aslında bu ilkeyi Tanrının varlığını kanıtlamak için ortaya atmıştır demiştik. Nasıl? Daha önceki yazılarımda hatırlarsanız Modern Felsefeyle birlikte felsefe yüzünü tekrar insana dönmüştü. Daha önce Descartes Felsefesinde yazdığım Descartes’in o ünlü “Cogito Ergo Sum” u bizi tekrar insana yani “Ben”’e götürmüştü.
Gelişen bilim, bulunan fizik yasaları artık doğal olayların doğaüstü nedenlerle değil doğal nedenlerle açıklanabilmesini sağlıyordu. Leibniz Yeter Sebep İlkesiyle bilimin nedenleriyle birlikte açıkladığı şeylerin bir sonu olduğunu çünkü her şeyin bir nedeni olduğuna göre, nedenin de bir nedeni, o nedeninde bir başka nedeni olacağından ve bu nedenlerin en sonuna gidilemeyeceğinden sebeplerin en sonuncusunun zorunlu bir varlığa dayanması gerektiğini iddia etmiştir. Bu varlık Leibniz’e göre Tanrı’dır ve başka bir şey de olamaz.
Aslında şöyle yazarsam biliyorum ki birçok kişi evet şimdi hatırladım diyecek.
Hani şu; Onu kim yarattı? Peki, o halde onu kim yarattı? Tamam, ama onu kim yarattı? diye devam eden cümleler vardır ya hatırladınız mı? Hatırlayamayanlar için bir örnek verelim;
Şimdi bilim diyor ki; denizler yağan yağmurlarla oluştu. Denizin içindeki tuz ise yüzyıllarca dağlardan, kayalardan yağmur sularıyla akan minerallerden meydana geldi. Peki, yağmuru kim yarattı? Yağmur bulutlarla geldi. Peki, o zaman bulutları kim yarattı? Havadaki nem yükselince, su buharı yoğunlaşır ve su tanecikleri oluşturur. Bu tanecikler rüzgârla sürüklenir ve bulutları meydana getirir. Tamam da rüzgârı kim yarattı o zaman? Rüzgâr; Havadaki yüksek basıncın alçak basınç olan bölgelere hareket etmesidir. Peki, ama…. diye devam eden ve bitmek bilmeyen soru cümleleri. Şimdi hatırladınız değil mi? İşte “Yeter Sebep İlkesi” tam olarak budur.
Bu düşünce Leibniz’in ölümünün ardından Schopenhauer gibi filozoflar tarafından desteklenmeye devam edilmiş olsa da Kant’ın “Beni dogmatik uykularımdan uyandırdı” dediği David Hume’a kadar ilke üzerinde bir fikir birliğine varılamamıştır.
Kaynakça:
Felsefe Tarihi & Thales’ten Baudrillard’a – Ahmet CEVİZCİ
Öznenin Diyalektiği: Hegel, Sartre ve Lacan – Mutluhan İZMİR
Dilozof Felsefe Konuşmaları – Pelin Dilara Çolak ( YouTube )
