Mutluluk dışarıda mıdır yoksa sadece zihnimizin bir oyunu mu ? Dışarıda derken dış dünyadaki nesnelerden bahsediyorum. Bize, bir şeyin korkutucu, değersiz, arzu edilesi ya da beş para etmez olduğuna karar verdiren dışımızdaki nesneler ya da çevremizdeki insanlar olabilir mi? Yoksa değiştirmemiz gereken şeyin düşüncelerimiz olduğunu anladığımızda mutluluğu hala nesnelerde aramaya devam eder miydik?
Peki ya düşünceleriniz ve yaşam tarzınızdan dolayı yalnızlığa mahkûm olduğunuz bir hayatınız olsaydı ama özgür bir hayatın içindeki gerçek bir yalnızlıktan bahsediyorum; hayatınızdaki herkesin sizden uzaklaştırıldığı, kimsenin size iki metreden fazla yaklaşamadığı bir hayatınız olsaydı yine de mutluluğu dışınızda mı arardınız ya da daha sert söyleyecek olursak mutlu olmak için bir çabanız olur muydu?
“Cherem” (Herem), Yahudi toplumundaki en yüksek dini kınamadır. Bir bakıma Katolik Kilisesi’ndeki “Aforoz” ile benzerlik gösterir. Cherem olan kişi Yahudi cemaatinden tamamen dışlanır. Hahamın listelediği çok sayıda suç arasında; kumar, şehvet düşkünlüğü, vergi ödememek, diğer cemaat üyelerini uluorta aşağılamak, ailenin rızası olmadan evlenmek, çift eşli olmak, zina yapmak, hahama saygısızlık etmek, sözlü haham hukukunun geçerliliğini inkâr etmek gibi suçlar Cherem için yeterli sebeplerdir.
Ünlü filozof Baruch Spinoza tüm hayatı boyunca asla dört duvar arasında bir mahkûmiyet yaşamadı. Ancak 27 Temmuz 1656 da Amsterdam Yahudi Cemaati, Spinoza’yı düşüncelerinden dolayı aforoz ettiğinde onu özgür bir hayatın içinde yalnızlığa mahkûm etti. Onun yalnızlığı özgür olduğu bir hayatın içindeki yalnızlıktı ve böyle bir hayata mahkûm edildiğinde ise henüz sadece 23 yaşındaydı.
On yedinci yüzyılda Amsterdam’daki Yahudi cemaati içinde Cheremler yaygındı. Birkaç ayda bir, en az bir Cherem kararı veriliyordu.
27 Temmuz 1656 da ise Amsterdam’ın en büyük sinagogunun önünde toplanan devasa kalabalık bu kez sıradan bir Cherem beklemiyordu. Çünkü Spinoza ailesi Amsterdam’da yaşayan önemli bir aileydi ve Baruch’un hem babası hem de amcası Sinagog’un yönetim kurulunda sık sık görev alan saygın kişilerdi. Sinagogun önünde toplanan insanları en çok heyecanlandıran şey ise insanoğlunun doymak bilmez egosunun bir sonucu olan hayranlığın kıskançlıkla birleştiği karanlık yüzüydü. Sinagogun önünde toplanan hemen herkes saygın insanların da bir gün tökezleyebileceğini görmenin mutluluğunu yaşamak için toplanmışlardı.
Kalabalık içinde merak uyandıran bir başka şey ise söylentilere göre bu defa uygulanacak olan Cherem’in son derece ağır bir Cherem olacağıydı. Sonsuza dek sürecek olan bir Cherem…
Ve o dönemin Amsterdam’ının en büyük sinagogunda beklenen an geldi ve hahamın yükselen sesi sinagogon içinde yankılandı;
“Baruch Spinoza’ya gündüz ve gece lanet olsun, uyurken ve uyandığında lanetler olsun ona. Dışarı çıktığında ve içeri girdiğinde lanetler olsun ona. Tanrı onu bağışlamayacak, Tanrının öfke ve hasedi asla üzerinden eksik olmayacak ve bu gökyüzü altında yaşadığı her gün Tanrı onun adını karalayacak. Ve Tanrı onu bütün İsrail kabilelerinden ayırıp, kötülüğün tarafına atacak. Bugünden itibaren Baruch Spinoza’yla sözlü ya da yazılı olarak kimsenin iletişim kurmamasını, ona iyilik yapmamasını, onunla aynı çatı altında bulunmamasını, evinin iki metre yanına yaklaşmamasını, onun derlediği ya da yazdığı araştırmaları okumamasını emrediyoruz. Ona verilen bu Cherem sonsuza dek sürecektir”
Sonra Hahamın bu sözleri balmumuyla mühürlenerek Spinoza’ya verildi ve o günden sonra Spinoza’nın sonsuza dek sürecek olan büyük yalnızlığı başlamış oldu.
Antik Yunan Felsefesinden sonra başlayan Ortaçağ Felsefesinde döneme hâkim olan Skolastik ve Dogmatik düşünce, insanın özgür iradesini ve yaşam tarzını fazlasıyla baskılamıştı. Coğrafi keşifler, ilerleyen bilim, bulunan fizik yasaları, Güneş Merkezli bir evrenin kanıtlanması, artık insanların bilime ve felsefeye güven duymasına yol açtı. Böylece Ortaçağ Felsefesi yerini Modern Felsefeye bıraktı.
Skolastik düşünceyi geride bırakarak insanın özgürlüğüne inanan Modern felsefe yüzünü tekrar insana, insanın mutluluğuna, özgür düşünceye dönmesi gerekiyordu. Bunu sağlayan düşünür ise Modern Felsefenin mimarı olarak kabul edilen Descartes olmuştu. Descartes o ünlü “Cogito Ergo Sum” ile bireyi “Ben” haline getirmiş ve “Özne-Nesne Ayrımı” ile tekrar insanı, felsefenin merkezine oturtmuştu. Descartes Felsefesi diğer adıyla Kartezyen Felsefe yeniden felsefi düşünceyi insan odaklı yaparak düşünce dünyasında büyük bir çığır açmıştı. Descartes, kendisinden sonra gelen Spinoza ve Leibniz ile birlikte belki de Modern Felsefenin başlangıcının en önemli üç filozofundan biri olmuştur.
Dünyanın belki de en ünlü fizikçisi olarak gösterilen ve dahi olduğu herkesçe kabul edilen Albert Einstein bile “Ben Spinoza’nın Tanrı’sına inanıyorum” diyecek kadar onun düşüncelerinden etkilenmişti.
Peki, 1632 yılında doğup 1677 yılında hayata veda eden ve 45 yıllık hayatında kendisinden sonra gelen birçok kişiyi; Goethe, Schopenhauer, Hegel, Nietzsche, Russell, Albert Einstein gibi büyük isimleri felsefesiyle etkileyecek kadar önemli bir filozof olan Baruch Spinoza neden herkesten uzaklaştırılarak yalnız bir yaşama itildi.
Baruch Spinoza
Spinoza 1632 yılında Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Amsterdam’da doğdu. Çocukluğundan itibaren Yahudi geleneğiyle yetiştirilen Spinoza daha sonraki yıllarda Descartes’tan etkilenerek felsefeye yöneldi. Felsefeye yöneldikten sonra bağlı olduğu yerleşik inancı sorgulamaya başlayan Spinoza’nın düşünceleri Musevi cemaati rahatsız etmeye başlayınca bağlı olduğu sinagog tarafından defalarca uyarılmasına rağmen düşüncelerinden vazgeçmedi. Bu vazgeçmeyiş, cemaati tarafından aforoz edilmesine hatta kendisine verilen bir belgeyle ömür boyu lanetlenen kişi ilan edilmesine neden oldu. Spinoza aforoz edildikten bir süre sonra en büyük eseri olan “Ethika” ile felsefi doktrinini ortaya koyacaktı.
Spinoza’nın dışlanmasındaki en büyük etken onun doğaüstücülüğe ve aşkıncı bakış açısına sahip olmaması ve bu nedenle Tanrı sözcüğünü Doğa olarak okumasıdır.
Spinoza; Tanrı ve Doğa kavramlarının aynı olduğunu ve “Doğa-Tanrı” ya inandığını söyler. Bu yüzden kendi felsefesinde Tanrı ve Doğa kavramlarını birbirinden kesinlikle ayırmamıştır. Çünkü O, bütün varlığın meydana gelişinde sadece tek bir tözün olduğunu kabul ediyordu.
Töz mü? Hadi bakalım yeni bir kavramımız daha oldu. Gerçi bu kavramı Hegel ve Kant felsefelerini anlatırken detaylı olmasa da açıklamaya çalışmıştık. Bu yazımızda Spinoza’nın felsefesini anlatabilmek için “Töz” kavramının içeriğine sanırım biraz daha detaylı girmemiz gerekiyor.
“Töz”, tam tanımıyla “Var olmak için kendisinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymayan” demektir. Başka bir şekilde tanımlarsak “Var olma nedeni yalnızca kendisinde olan ve var oluşu başka bir varlıktan dolayı olmayandır.”
Spinoza’yı Descartes’den ayıran en önemli fark işte bu “Töz” kavramına bakış açıları olmuştur. Descartes Töz kavramı içinde bilgiyi yani “Epistemeloji” yi ararken Spinoza varlığı yani “Ontoloji” yi arıyordu.
Spinoza’ya göre var olan her şey zaten Tanrı’da vardı. Ona göre Tanrı olmadan hiçbir şey var olamazdı ve Tanrıdan meydana gelen her şey ontolojik bakımdan Tanrı’dan da ayrılamazdı. Bu nedenle Spinoza, doğanın da ontolojik olarak Tanrıdan ayrı kabul edilemeyeceğini düşünüyordu. Eğer doğa var olan her şeyi içinde barındırıyorsa yani bizim fenomenal olarak gördüğümüz her şey zaten doğanın tamamıysa doğa zaten Tanrıyı da içinde barındırandır. İşte felsefi kopuş tam da burada başlıyordu fakat önce iki kelimeyi daha öğrenmemiz gerekiyor; “Aşkın” ve “İçkin”
Aşkınlık, gördüğüm, bile bildiğim, yaşanılan ve yaşarken deneyimlediğim, duyumsadığım her şeyin ötesinde olan yani bu dünyaya aşkın olan her şeydir. Tam karşıt ifadesi ise; bir şeyin içerisinde olma, bir şeye içkin olma, o şeyin kendisi dışındaki bir ilkeyle açıklanma gereği duyulmayan yani dünyaya içkin olan her şey.
Spinoza’ya göre Tanrı, her şeyin nedenidir ancak inanç sistemlerinin bize söylediği gibi aşkın bir neden değil tam aksine içkin bir nedendir. Bu da Tanrı ya da Doğa ya da Spinoza’nın tabiriyle Doğa-Tanrı’dır.
Eğer Spinoza’nın Tanrısı yani “Doğa-Tanrı” ise var olan her şeyin mutlak bir determinist yasaya bağlı olması gerekir. Çünkü doğada bir determinizm vardır. Doğa ancak determinizm ile var olabilir ve açıklanabilir.
Peki, Determinizm nedir?
Evrende gerçekleşen tüm olayların bir neden sonuç ilişkisine dayalı olduğunu savunan felsefi bir akımdır.
Doğanın nedensel yasalara tabi olduğu ve evrende hiçbir şeyin nedensiz olmadığı düşüncesini savunan determinizmin, temeli Antik Yunan’a kadar uzanan iki önemli ilkeye dayanır. Bunlar; hiçten hiçbir şeyin çıkmayacağı ya da hiçbir şeyin mutlak olarak yok olup gitmeyeceği ilkesi yani “Ex Nihilo Nihil Fit” ve hiçbir şeyin koşulsuz bir biçimde, düzensiz olarak ortaya çıkmayacağı ilkesidir.
Eğer doğadaki her şey deterministtik bir yasaya bağlıysa, yani her şey bir neden sonuç ilişkisiyle devam ediyorsa; insanda doğanın bir parçası olduğundan o da determinizmin bir parçası değil midir?
İşte o büyük soruyla artık baş başayız;
O zaman özgür irade diye bir şey kalır mı? Peki ya tesadüf diye bir şey olabilir mi?
Yani doğa ve doğadaki her şey determinizm ile var oluyorsa yani sadece nedenlerin bir parçasıysak, mutlak ya da özgür irade diye bir şey olamaz. Çünkü her şey bir nedene, nedenin kendisi de başka bir nedene bağlıdır. Bağlı olmak zorundadır.
Peki, doğada determinizm diye bir şey var artık onu biliyoruz. Ama determinizm varsa özgür irade diye bir şey olamaz onu da anladık O halde cevaplanması gerekli olan tek bir soru kaldı.
Özgür irade diye bir şey yoksa geriye ne kalır?
İşte bu sorunun cevabını bulursanız Spinoza’nın ne demek istediğini anlamışsınız demektir.
Neyse biz yazımıza bir soruyla devam edelim…
Bu düşüncelere sahip olan Spinoza bir ateist miydi? Ya da bu düşünceleri onu ateizme mi götürmüştü? Elbette hayır…
Spinoza, determinizm anlayışının en uç noktasına, doğası gereği varlığı zorunlu, kendi kendisinin nedeni ve zorunlu olarak sonsuz olan Tanrı (töz/cevher) kavramını koymuştur. Ünlü eseri Ethika’nın giriş cümlesi; “Özü varlığı kuşatan, başka deyişle tabiatı ancak var olarak tasarlanabilecek olan şeye, kendi kendisinin nedeni (causam sui) diyorum” diye başlar. Ona göre Var olan her şey Tanrı’da zaten vardır ve Tanrı olmadan hiçbir şey var olamaz. Çünkü Tanrı’dan başka töz yoktur. Buradan da şu sonuç çıkar ki var olan her şey Tanrı’sız var olamazsa o halde Tanrı her şeyin aşkın değil tam aksine içkin nedenidir. Spinoza’ya göre Tanrı evrenin ta kendisidir. Bunun adı ise Panteizmdir.
Panteizm; her şeyi kapsayan içkin bir Tanrı’nı tasviridir. Evren’in ya da doğanın Tanrı ile aynı olduğunu söyleyen bir düşünce…
Spinoza Felsefesi hakkında söylenecek daha çok şey var. Ben ise özellikle ilk paragrafta değindiğim böylesi bir yalnızlığa terk edilmiş bir insanın kendi düşünceleriyle zihnini ve bakış açısını değiştirerek mutluluğa nasıl ulaştığını anlatmak istiyordum yani şu ünlü “Spinoza Mutluluğu” kavramını. Fakat Spinoza’nın Tanrı anlayışını anlamadan onun mutluluk hakkındaki düşüncelerini anlatmak çok zor olacaktı. Belki bir başka Spinoza yazımıza diyelim…
Son olarak yirminci yüzyıl filozoflarından Bertrand Russell’ın kitabından bir cümleyle bitirelim;
“Determinizm vardır ve yalnızca cahiller geleceği değiştirebileceğini düşünür, olacak olan olur ve gelecek, geçmiş kadar değiştirilemez ölçüde sabittir.”
Kaynakça:
Spinoza Bir Hakikat İfadesi – Çetin BALANUYE
Felsefe Tarihi & Thales’ten Baudrillard’a – Ahmet CEVİZCİ
Batı Felsefe Tarihi – Bertrand Russell
Spinoza’nın Determinizm Anlayışı – Süleyman TAŞKIN
