Ve Nihayet Descartes: “Cogito Ergo Sum”

Artık Ortaçağ Felsefesi sona ermiş ve Modern Felsefeye geçilmiştir. Modern Felsefe; Montaigne, Erasmus, Mirandola gibi Rönesans Hümanistlerinin; Descartes, Spinoza, Leibniz gibi Kıta Rasyonalistlerinin; Locke, Hume, Berkeley gibi İngiliz Ampiristlerinin; Rousseau, Diderot, D’Alambert gibi Aydınlanma Düşünürlerinin; More ve Campanella gibi Ütopiklerin; Kant, Fichte, Schelling, Hegel gibi Alman İdealistlerinin; Marx ve Engels gibi Materyalistlerin; Schopenhauer ve Nietzsche gibi Özgün Düşünürlerin olduğu bir dönemdir. Modern Felsefe yaklaşık olarak 16. Yüzyıldan neredeyse 19. Yüzyılın sonuna kadar devam etmiş ve daha sonra yerini 20. Yüzyıl Çağdaş Felsefesine bırakmıştır.

Ama felsefe tarihi Modern Felsefeyi tek bir isimle başlatır; Descartes

Neden Descartes?

Ortaçağın dogmatik ve Tanrı merkezli felsefesi Descartes’ın araladığı bir kapıyla açılmış ve o ünlü “Cogito Ergo Sum” ile bireyi “Ben” haline getirerek, “Özne-Nesne Ayrımı” ile tekrar insanı felsefesin merkezine oturtmuştu.

Descartes Felsefesi diğer adıyla Kartezyen Felsefe yeniden felsefi düşünceyi insan odaklı yaparak düşünce dünyasında büyük bir çığır açmıştı.

Tüm 17.yüzyıl filozofları gibi o da Ortaçağ Felsefesi sonrası oluşan akıl ve bilim rüzgarına kapılmıştı. Bu nedenle aklın kesinliğine inanıyor ve bilginin sınırlarını bilmek istiyordu. Fakat herkesten farklı olarak bütün alanları kavrayacak evrensel bir bilgi olup olmadığını merak ediyordu. Bu yüzden kesinlikle doğruluğundan ve varlığından şüphe duymayacağı bir bilgi bulmak istiyordu.

Descartes için Ortaçağın dogmatizmi bilgiyle son bulacaktı fakat o asla duyulardan elde edilen bilgiye güvenmiyordu. Duyularımızla ulaşılan bilginin biz yanıltabileceğini düşünüyor; tam olarak gerçek bilgiyi duyuların veremeyeceğine inanıyordu. Bu yüzden gerçek bilgiye ulaşmak için önce her şeyden şüphe duymanın gerekli olduğunu düşündü. O güne kadar edindiği bütün bilgilerin yanlış olduğunu varsaydı. Hatta bu düşüncesinde o kadar ileri gitti ki kendi varlığından ve yaşamından bile şüphe etmeye başladı. Gerçekten biz var mıydık?

Öyleyse gelin biraz Descartes gibi düşünmeye çalışalım.

Kendinizin var olduğunu kendinize nasıl ispatlarsınız? Kolunuzu mu cimciklersiniz? Saçınızı mı çekersiniz? Bunları yaparak hissettiğiniz acı hissiyle kendinize var olduğunuzu mu kanıtlarsınız? Peki ya duyularınız sizi yanıltıyorsa? Hani şu Matrix filmindeki gibi ya onun gibi bir simülasyonda yaşıyorsak?

Belki size de olmuştur; bazen gördüğümüz rüyaları gerçekmiş gibi yaşarız. O kadar gerçekçi rüyalar görürüz ki uyandığımızda hala rüyada mıyız yoksa uyandık mı bilemeyiz. O halde gelin bu düşüncemizi biraz daha ileri gidelim; uyusak ve hiç uyanmasak, rüya görmeye devam etsek ve rüyamız gerçekmiş gibi sürüp gitse, sizce gördüklerimizin rüyamı gerçek mi olduğunu bilmenin bir yolu olur muydu? Marcel Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” adlı romanında bu sorunun cevabını şöyle veriyor; “ Tek çare var: Uyanmak…”

Peki, ya uyandığında da rüya görmeye devam ediyorsan? Gerçekten uyandığından nasıl emin olabilirsin ki? İşte bunun için doğruluğundan asla şüphe duymayacağın bir bilgiye ihtiyacın var. Sana gerçekten uyandığını ispatlayan asla şüphe duymayacağın tek bir bilgiye…

Descartes işte bu bilgiyi arıyordu ve bugüne kadar sahip olduğu tüm bilgilerden kuşkulanmaya işte böyle başlamıştı. Çünkü sahip olduğu bilgilerden emin olması için önce hepsinden şüphe duyması gerekiyordu. Bulacağı o bilgi ise doğruluğundan kesinlikle emin olduğu ve asla şüphe duymayacağı ilk bilgi olmalıydı. Eğer asla şüphe duymayacağı ilk bilgiye ulaşırsa diğer tüm bilgileri o ilk bilginin üstüne yığarak gerçek bilgiye ulaşacağına inanıyordu.

İnsanın doğruluğundan asla şüphe duymayacağı bilgi ne olabilirdi? Descartes doğruluğundan kesinlikle emin olduğu bu bilgiye her şeyden şüphe duyduğu sırada ulaştı. “Her şeyden şüphe duyabilirim ama şüphe duyduğumdan asla şüphe duyamam. Şüphe duyuyorsam düşünüyorumdur; Düşünüyorsam o halde varım”

İşte Karşınızda O Ünlü “Cogito Ergo Sum”

Descartes asla şüphe duymayacağı şeyin kendi varlığı olduğunu anladığında özneyi merkeze alan felsefesini de oluşturmuş oldu. Bu düşünce daha sonraki yüzyıllarda bir çok düşüncenin kapısını da aralayacak mesela Alman İdealizm düşüncesinde “Ben Felsefesi” olarak bilinen felsefi düşüncenin oluşumunda etkili olacaktı.

Descartes dünyayı anlamlandırırken bilgiyi, özneden yola çıkarak ortaya koymaya çalışmıştır; başka bir deyişle, önce kendi varlığını sağlamlaştırmış, daha sonra dış dünyaya yönelmiştir. Ve kendi varlığını sağlamlaştırırken öncelikle “Ergo sum” (Ben’im, Var’ım) demiş, daha sonrasında bu önermesine varlığa dair inancını da ilave edip “Cogito ergo sum” (Düşünüyorum, öyleyse varım) demiştir. Bunu söylerken aslında “varlığımı düşünüyor olmama borçluyum” demek istemiştir, yani buradaki düşünce varlığın sonucu değil sebebidir. Descartes böylece felsefenin tam ortasına tekrar Özneyi yani İnsanı getirmiştir. Felsefesinde özneyi öne çıkarmış ve özneden yola çıkarak; bilginin de ancak özneye bağlı olduğunu söylemiştir. Descartes bu bilgiye yani “Ben” kavramına yani özneye bir deneyle değil akıl yoluyla düşünerek ulaştığı için Felsefe Tarihinde Ampirik (Deneyci) bir düşünür değil, Rasyonalist (Akılcı) bir filozof olarak bilinir.

Descartes o ünlü “Cogito” ile; İnsanın bilinçli bir canlı olduğunu, bilgiye ancak bilen ve bilinen arasındaki ikili bir ilişkiyle ulaşabileceğini ve tabii ki Cogito’nun düşünen bir varlık olduğunu söylemiştir. 

Özne yani dünyayı algılayan “Ben”, öznenin algıladığı ise “benim dışımdaki her şey” yani nesne. İşte bu Descartes’in felsefeye getirdiği Özne-Nesne ayrımıdır. Bu insana tekrar bir değer atfedilen, tekrar insanı merkeze alan bir felsefeye geri dönüştür. İşte bu Descartes Felsefesi diğer adıyla “Kartezyen Felsefedir”.

Böylelikle Ortaçağ Felsefesinin Dogmatik ve Tanrı Merkezli felsefesi son bulmuş yerine İnsan Merkezli Modern Felsefe başlamıştır.

Kaynakça:

Felsefe Tarihi & Thales’ten Baudrillard’a – Ahmet CEVİZCİ

Felsefe Tarihi – Hegel


Yorum bırakın