Felsefe yazılarımıza M.Ö 6. Yüzyıl Antik Yunan düşüncesiyle başlamıştık. Sonra Hristiyanlığın gelişiyle birlikte başlayıp sonrasında büyüyerek ilerleyen Ortaçağ Felsefesinin “Dogmatik Felsefe” ve “Skolastik Felsefe” olarak ayrıldığını söylemiş bu dönemin detaylarına inmeden anlatmaya çalışmıştım. Ortaçağ Felsefesinin ardından Rönesans Felsefesi gelmiş daha sonra ise Descartes’in “Cogito Ergo Sum” düşüncesiyle Modern Felsefe dönemi başlamıştı. Modern Felsefeyi kendi içinde “ 17. Yüzyıl Felsefesi ”, “ 18. Yüzyıl Aydınlanma Felsefesi ” ve “ 19. Yüzyıl Alman İdealizm Felsefesi ” olarak üç dönemde yine fazla derinlerine inmeden incelemeye çalışmıştık. Son olarak Sanayi Devrimi sonrası Marx Felsefesine kıyısından köşesinden giriş yapmıştık. Alman İdealizm Felsefesi yani Fichte, Schelling ve Hegel üçlüsünden sonra Modern Felsefenin özgün düşünürleri olarak bilinen Arthur Schopenhauer, Soren Kierkegaard ve Friedrich Nietzsche’den sonra artık felsefe yeni bir döneme girecekti. Felsefe Tarihi bu yeni döneme “20.Yüzyıl Çağdaş Felsefesi” diyor. Yani günümüz felsefesi.
20.Yüzyıl Çağdaş Felsefesi kendi içinde iki yönteme, daha bilinen bir tabirle iki ekole ayrılıyor; “ Analitik Felsefe ” ve “ Kıta Avrupa Felsefesi ”
Çağdaş Felsefenin kendi içindeki bu bölünme öyle derinlemesine oluyor ki bu ekollere mensup düşünürlerden öte, felsefeyle ilgilenen meraklılarını bile fanatik bir şekilde “Analitikçiler” ve “Kıtacılar” olarak adeta iki kampa ayırıyor. İşte bu yazımızda Çağdaş Felsefenin bu iki ekolünü ve aralarındaki ayrımı detaya inmeden çok basit olarak anlatmaya çalışacağım.
Analitik Felsefe yöntem olarak Kavram Analizini ve Dil Analizini kullanan bir ekol. Fikirlerini ise daha çok Sembolik Mantık ve Matematiğe dayandırırken, Doğa Bilimlerine yakın bir felsefedir. Dili ve anlatımı oldukça ağırdır. Örneğin, bir konuya başlamadan önce terimlerini açıkça tanımlamaz. Bu nedenle Analitik Felsefenin ilgilendiği konular ki bu benim düşüncemdir; neredeyse insana ve hayatına uzak konulardır.
Kıta Felsefesi ise bu söylediklerimin tam tersidir. Yani doğa bilimlerinden ziyade sanatla, insanla ve hayatla iç içe olan, Sosyal Bilimlere merak duyan bir ekol olarak görülür. Fenomenoloji, Varlık Felsefesi ve tabii ki Varoluşçuluk ana konularını oluşturur.
Analitik felsefenin düşünürleri arasında Bertrand Russell, George Edward Moore, Gottlob Frege, Ludwig Wittgenstein gibi matematikçi, analizci ve dil felsefesine hâkim filozoflar varken ; Kıta felsefecileri arasında ise daha önce gördüğümüz filozoflardan; Kant, Fichte, Hegel dışında Edmund Husserl, Martin Heidegger, Jean-Paul Sartre, Albert Camus, Deleuze ve Derrida gibi filozoflar bulunmaktadır. Kıta felsefesi Kant Felsefesiyle başlarken Analitik felsefenin başlangıcı ise Gottlob Frege’nin 19. Yüzyıl’da matematiğin temelleri üzerine yaptığı çalışmalara dayandırılır.
Sizinle birlikte çıktığım bu uzun yolculukta artık aramızda oluşan samimiyete dayanarak ( ya da bana öyle geliyor ) Kıta mı yoksa Analitik mi? diyerek kendi düşüncemi söylersem ki az önceki yazdıklarımdan da anlamışsınızdır ben kendimi Kıta Felsefesine daha yakın görüyorum. Ve felsefe okumaları yaparken daha çok Kıta felsefecilerini okumayı tercih ediyorum.
Okumayı tercih ediyorum diyorum çünkü keşke 20.Yüzyıl Çağdaş Felsefesini kadar gelmişken az çok bu dönemi de anlatabilseydim. Keşke Husserl Fenomenolojisinden girip oradan Martin Heidegger’in “Varlık ve Zaman” eserine gidebilseydim; size onun o inanılmaz Dasein Felsefesini anlatsaydım. Ve tabii ki beni kendisine hayran bırakan Jean-Paul Sartre’ın Varoluşçuluk düşüncesini hatta çok okumayı istememe rağmen henüz okuyamadığım ki çok uzun zaman da sanırım okumaya cesaret edemeyeceğim; onun kendi felsefesini anlattığı “Varlık ve Hiçlik” kitabı hakkında birkaç laf edebilseydim. Ama Çağdaş Felsefe hakkında az da olsa bir şeyler yazabilmem için daha çoooook okumam lazım…
Antik Yunan Felsefesinden başlayıp şimdiye kadar yazdığım bütün bu konular, okuduğum kitaplardan sadece anladığım kadarıyla yazmış olduğum genel kültür düzeyinde yazılar oldu. Yani itiraf edecek olursam benim burada yazdıklarım o büyük felsefe dağının zirvesine çıkarken fazla derinlere inmeden geçtiğim patika yollardı.
Oysaki dağın zirvesine tırmanırken yol üzerinde öğrenilecek o kadar çok konu ve okunacak o kadar çok kitap var ki… Bunun için yapmamız gerekli olan tek şey felsefeye biraz vakit ayırmak. Ve inanın bana, Felsefe okumaları yapmak öyle korkulacak ya da çekinilecek bir uğraş da değil. Aksine felsefenin içine girdikçe daha fazla keyif aldığınızı hissediyorsunuz. Evet, okudukça ve ilerledikçe kesinlikle düşünceleriniz değişiyor; felsefenin içine girdikçe artık siz, asla eski siz olmuyorsunuz bu doğru ama emin olun ki o dağa yavaş yavaş tırmandıkça…
Kaynakça: Dilozof Felsefe Konuşmaları – Pelin Dilara Çolak ( YouTube )
