Diyalektik Düşüncenin Hikâyesi

Diyalektik sözcüğü Yunanca “Diyalog” ve “Etik” kavramlarının birleşiminden oluşan bir sözcüktür. Bu kelimenin etimolojik olarak oluşum sürecine baktığımızda ise neredeyse bütün felsefe tarihini görürüz.

Bu yazımızda “Diyalektik” anlayışın ilk kez kullanılmaya başlandığı M.Ö 5. Yüzyıl Antik Yunan Felsefesinden başlayıp, sistematik bir hale evrildiği 19. Yüzyıl Alman İdealizm Felsefesine kadar olan sürecini inceleyeceğiz.

Diyalektik, önceleri bir tartışma sanatı ya da ileri sürülen bir düşüncenin, bir yargının ya da bir tezin kendi içerisinde yanlış olduğunu göstererek yani yanlışlanarak doğru düşünceye ulaşma sistematiği olarak bilinmekteydi. Daha sonraları Sokrates ve Platon döneminde ise  bir düşüncenin o düşüncenin karşıtıyla, karşıt fikriyle çarpıştırılarak doğru bilgiyi bulma çabası olarak tanımlanacaktı. Ama felsefe tarihi diyalektik düşünce sisteminin başlangıcını Sokrates ve Platon’dan önceki dönem olan Presokratik dönemde, Herakleitos ile başlatır.

Daha önceki yazılarımdan hatırlayacağınız gibi Antik Yunan Felsefesinin başlangıcı bir Doğa Felsefesiydi; Presokratik filozoflar doğa filozofları olarak bilindikleri için diyalektik düşünce sistemi önce doğa felsefesiyle başlamıştır diyebiliriz.

Presokratik dönemde, Herakleitos doğada bulunan fenomenleri gözlemleyerek doğada bir “oluş” ve “değişim” olduğunu görmüştür. Bu oluş ve değişimin ise ancak bir hareketle olabileceğini düşünmüştür. Herakleitos’a göre evrende değişikliğe uğramadan kalan, bozulmayan, dönüşmeyen hiçbir şey yoktur. Evrendeki her şey sürekli olarak bir değişim halindedir. Bu nedenle Herakleitos değişim, dönüşüm ya da bozulma kavramlarının hepsinin özünde hareket olduğunu söylüyordu. Böylece Herakleitos diyalektiğin ilk yasasının “Hareket” olduğunu belirlemiş oldu.

Herakleitos yine doğayı gözlemleyerek çok önemli bir bilgiye daha ulaşmıştı. O, doğada değişen ve dönüşen her şeyin kendi karşıtına, kendi zıddına dönüştüğünü fark etmişti. Yeninin eskiye dönüşmesi ya da görünenin görünmeyen haline gelmesi, canlının ölü hale gelmesi, küçüğün büyümesi ya da büyüğün küçülmesi gibi… Tabii ki bu örnekler daha da uzatılabilir ama bu örnekleri uzatmasak da görünen o ki Herakleitos haklıydı.

Gerçek olan şuydu ki her şey kendi zıddına dönüşüyordu. Aslında bu değişim ve dönüşüm bir formdan yeni bir forma geçmekten başka bir şey değildi. Ama burada önemli olan bilgi, bir formun dönüşürken kendi zıddına dönüşmesiydi

Herakleitos’a göre bu dönüşüm ancak zıtların çarpışmasıyla, çatışmasıyla gerçekleşebilirdi. Herakleitos çatışmanın evrenin en önemli yasası olduğunu anlamış ve “Evren denilen sistemin ana temeli çatışmadır.” demiştir.

Burada dikkat edilmesi gerekli olan nokta; Herakleitos’a kadar olan tüm filozoflar varoluş kavramını doğa yasalarıyla açıklamaya çalışırken, Herakleitos varoluşun yanına bir de değişimi getirmiş ve değişimin temelinin de hareket ve çatışma olduğunu söylemiştir.

Presokratik Dönemden sonra gelen Sokratik Dönemdeki Sofistler ise sadece kendi benliğimizin gerçek olduğuna inandıklarından; evrende her şeyin bir değişim ve dönüşüm halinde olduğunu görerek doğru ve gerçek bilgiye asla ulaşılamayacağını söyleyeceklerdir. Sokrates’in Sofistlerden ayrıldığı nokta da tam olarak burasıdır; Sokrates, Sofistlerden farklı olarak erdemin öğrenilebilir bir nitelik olduğunu bilginin bizleri yaptığımız eylemlerle doğruya taşıyacağını söyleyecekti.

Yazının en başında Sokrates ve Platon’un diyalektik düşünce sistemi hakkındaki düşüncelerine kısada olsa değindiğim için artık Felsefe Tarihinde Platon’dan sonra gelen, Platon’un öğrencisi, Sistematik Felsefenin ustası ve Ortaçağ İslam Felsefesinde Farabi’nin “Muallim-i Evvel” yani ilk öğretmen olarak nitelediği Aristoteles’in diyalektik hakkındaki düşüncelerine geçebiliriz.

Aristoteles “Diyalektik” kavramına “Topikler”’ adlı ünlü eserinde değinir. O, diyalektik kavramını; “Bir kanıt ileri sürdüğümüz zaman bu kanıta karşıt bir şey söylemek” olarak açıklar ve diyalektiğin bir akıl yürütme sistemi olduğunu ve bu akıl yürütme eyleminin ise ancak iki şekilde yapılabileceğini anlatır. “Apodiktik” ve “Diyalektik” olarak. Aristoteles’e göre “Apodiktik Akıl Yürütme” sadece geometri ve astronomi ‘ye uygulanabilir olmasına rağmen “Diyalektik Akıl Yürütme” ise her şeye uygulanabilir olan bir akıl yürütme sistemidir.

Diğer yazılarımdan hatırlayacağınız gibi Antik Yunan Felsefesinin ilk dönemi olan Helenistik Felsefenin son filozofu olan Aristoteles’ten sonra başlayan dönem Helenik Felsefe Dönemiydi. Daha sonra ise Ortaçağ Felsefesi dönemi başlamıştı. Ve ne yazık ki hem Helenik Felsefe hem de Ortaçağ Felsefesi dönemlerinde dönemin düşünce sistemi olan Dogmatik ve Skolastik düşünceden dolayı herhangi bir şekilde diyalektik düşünce sistemine rastlayamayız.

Yaklaşık bin yıl kadar süren Ortaçağ Felsefesinden sonra başlayan Rönesans Felsefesi ve sonrasında gelen Aydınlanma Felsefesi dönemlerinde ise diyalektik düşünceyi sistematik bir hale getirmemiş olmalarına rağmen yine de Bacon, Giordano Bruno, Descartes, Hobbes, Leibniz ve Rousseau gibi Rönesans ve Aydınlanma düşünürlerinin kendi felsefelerinde diyalektik düşünce sistemini uyguladıklarını görürüz.

Diyalektik kavramının sistematik bir hale geldiği, Diyalektik Düşünce Sisteminin gerçek tanımının yapıldığı yer ise tabii ki Aydınlanma Felsefesi sonrası başlayan Modern Felsefe içindeki Alman İdealizm Felsefesinin de doruk noktası olan Hegel Felsefesidir. Diyalektik düşüncenin gerçek babası, Marx ve Engels’den de önce Georg Wilhelm Friedrich Hegel’dir.

Hegel, Alman İdealist düşüncesine son ve kesin biçimini kazandırmış olan filozoftur. O, diyalektik kavramını kendi “Tin Felsefesi” üzerinden sistemleştirmiştir. Yine diğer yazılarımdan hatırlayacağınız gibi Descartes ünlü “Cogito Ergo Sum” felsefesiyle “Düşünen Beni” ortaya koymuş; Kant ise Descartes’in düşünen benine “Bilinç” demişti. Fichte bu kavrama “Ben” derken; Schelling ise “Mutlak” demişti. Hegel ise bilincin yapısı ve işleyişini şematik olarak ortaya koyacağı “Tinin Fenomenolojisi” adlı eserinde Bilinç Kavramını; Bilinç, Kendinde Bilinç ve Mutlak Bilinç olarak üç kısma ayıracak daha sonra ise bu üç bilinç ile; Öznel Tin, Nesnel Tin ve Mutlak Tin kavramlarını ortaya koyacaktı. Daha önce yazmış olduğum Hegel hakkındaki yazılarımda Hegel’in Tin Felsefesine ucundan kıyısından girmiş ve bu kavramları o yazılarımda az da olsa açıklamıştım. Bu yüzden burada tekrar Tin Felsefesine girmek istemiyorum.

Biliyorsunuz ki Kant “Transandantal Estetik” düşüncesiyle, bilgiyi bilinçli bir varlık olan biz insanlara sadece A Priori yani deneyden bağımsız olan formların kategorilerinin sağladığını söylemiş ve bu formların içeriğinin de insandan bağımsız olduğunu sadece dışarıdan gelen verilerle bilgiye dönüştüğünü söylemişti. Ve böylece biz insanların, sadece fenomenal dünyanın bilgisine ulaşabileceğimizi söyleyerek metafiziğin asla bir bilim olmadığını kanıtlamıştı.

Hegel, işte bu noktada Kant’ın önümüze serimlediği bilginin formları kadar içeriğinin de zihnimizin eseri olduğunu savunarak bir şekilde diyalektik kavramına giriş yapar.  Hegel’e göre bilginin tüm öğeleri zihnin eseridir ve insan kendisinin yaratmadığı sadece içinde doğduğu bir dünyayı deneyimlemektedir. Bu dünya Hegel’e göre bütünüyle zihnin eseridir fakat bu dünyayı biz yaratmadığımız sadece içine doğduğumuz için ona göre insanların zihinlerinin eseri olamaz.

O halde Hegel’e göre; bu dünya ve bilgimizin konusu olan bu dünyadaki her şey ancak ebedi ve ezeli olan bir zihnin eseri olmalıdır. İşte bu da Hegel’in Tin, Geist, İde, Mutlak, Mutlak Tin ya da Zihin adını verdiği Tanrı’dan başka bir şey olamaz.

Bilincin kendi içinde Öznel, Nesnel ve Mutlak olan bu üç aşaması Hegel’i “Her şey kendi içinde kendi zıddını da taşır” cümlesine götürecek ve Hegel’in o ünlü üçlemesi ve diyalektik düşüncenin o ünlü prensibi “Tez, Antitez, Sentez Yasası” ortaya çıkacaktı. Bu yasaya göre her Tez kendi içinde Antiteziyle çatışır ve bu çatışma sonrası ortaya yeni bir ürün diyebileceğimiz Sentez çıkar.

Kant Transandantal Felsefesiyle her ne kadar numenlerin bilgisine ulaşamayacağımızı söylemiş olsa da Hegel kendi felsefesiyle her şeyin düşünceden meydana geldiğini söyleyerek biz insanların her şeyin bilgisine ulaşabileceğimizi söyleyecekti.  Böylece Hegel, Kant’ın imkânsız olduğunu söylediği şeyi gerçekleştirmiş, yani rasyonel bir metafizik kurmuştur.

Diyalektik düşünce aslında en basit anlamda zıtların çatışması ile meydana gelen bir düşünce sistemidir. Hegel’in sistematik hale getirdiği bu düşünce sistemine Hegel’den sonra inanan bir çok düşünür olacaktı. Hegel’in yolundan gitmelerine rağmen bu düşünce sistemini baş aşağı çevirip Hegel’in “Diyalektik İdealizmi”ni maddeci bir temelle oturdup “Diyalektik Materyalizm” düşüncesine eviren Marx gibi düşünürler de olacaktı. Ama tarih sahnesi sonraki yıllarda diyalektik düşünceye asla inanmayan hatta Hegel’i sahtekâr bir şarlatan olarak görüp onu yerden yere vuran Schopenhauer gibi filozofları da görecekti.

Diyalektik düşünce hakkında yazmış olduğum bu yazı sonrası yolculuğumuzun artık Materyalizm Felsefine doğru gideceğini de söylememe gerek yok diye düşünüyorum.

Kaynakça:

Diyalektik Düşüncenin Tarihi – Selahattin HİLAV

Kıta İdealizmi – Paul REDDING


Yorum bırakın