İnsanlık tarihi bugüne kadar, birçok felsefi düşünceden, birçok yönetim şeklinden ve birçok ekonomik sistemden geçerek bugüne gelmiştir. Ancak şurası bir gerçek ki insanoğlu “Üretim”, “Yeniden Üretim” ve “Yönetim” olmak üzere üç süreç içinde toplumsallaşarak günümüze kadar gelebilmiştir.
“Üretim” önce insan emeği ve sonra teknoloji yoluyla doğaya bir şeyler katarak doğayı değiştirme ve dönüştürme sürecidir. “Yeniden Üretim” ise üretim faaliyeti içinde bulunan bireylerin ya da daha genel olarak toplumdaki bireylerin yaşamlarını devam ettirebilmeleri için gerekli olan barınma, beslenme, korunma, eğitim gibi faaliyetlerin tamamıdır. Bu faaliyet toplumsal yaşamın içinde süregelen bir dinamik olduğundan toplumsal yaşamın kendini sürdürebilmesi için üretim sürecinin sürekli olarak kendini yenilemesi gerekir. Özellikle içinde bulunduğumuz kapitalist üretim biçiminde üretimin kendini sürekli olarak yenilemesi, üretici güçlerin de kendini yeniden üretebilmesi bu nedenle zorunludur. Bir diğer süreç olan “Yönetim” ise insan topluluklarının bir arada yaşayabilmelerini kolaylaştıran ve onların yaşamlarını daha uygun bir hale getirmek için gerekli olan ahlaksal, hukuksal, ekonomik kuralların belirlenmesini sağlayan faaliyetlerin bütünüdür. Yönetimin belirlediği bu kurallar yine yönetim tarafından toplum içinde yaşayan bireylerin bu kuralları gelecek nesillere aktarmasını, toplumdaki bireylerin sağlık, eğitim gibi zorunlu ihtiyaçlarının giderilmesini, toplumsal kuralların uygulanmasını, dışarıdan gelen tehditlere karşı toplumun korunmasını ve bunun gibi toplumun devamını sağlayan faaliyetleri de yerine getirir.
Tarihsel sürece baktığımızda bireylerin toplumsallaşması yukarda saydığımız bu üç süreçle olurken; yaşanılan toplum içinde iş bölümü ve mülkiyetin oluşmasıyla birlikte bu üç süreç sınıflı toplumların oluşumunu da beraberinde getirmiştir. Marx’ın “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf çatışmaları tarihidir” sözü de tam olarak bu tarihsel süreci anlatmaktadır.
Fakat ister sınıflı toplum olsun isterse sınıfsız toplum; Sanayi Devrimi öncesi ilk oluşan toplumların yönetim şekillerine baktığımızda hemen hemen hepsinin genellikle Doğaüstü yani Tanrısal bir gücün öğretisi altında bir yönetim şekli uyguladıklarını görürüz. Bu yönetim şekli daha sonraki yıllarda Ortaçağda yaşayan toplumların yani Feodal Toplumların da yönetim şekli olmuştur.
İnsanlığın kafasındaki varoluşsal soruları yani yaratıldığı günden beri bu dünyaya geliş amacını, varoluş sebebini, ölümlü bir canlı olmasının nedenini merak etmesi; evrendeki diğer nesneler ve canlılara nazaran dünyadaki kendi yerini düşünme ve yorumlama kaygısı içine olması onu cevabını bulamadığı bu ve bunun gibi sorularda doğaüstü güçlere yöneltmiştir.
Daha sonraki yıllarda ise önce felsefeyle daha sonra gelişen bilimle beraber fizik yasalarının bulunmasından sonra insanlık, kafasındaki bu varoluşsal sorulara doğaüstü güçler yerine doğa yasalarıyla cevaplar bulmaya çalışmıştır. Materyalizm dediğimiz düşünce sistemi işte bu süreçte doğmuş olan bir düşüncedir.
Materyalizm herhangi bir spiritüalizm düşüncesini reddeden ve düalizmi yani ikilik kuramını kabul etmeyen bir düşünce sistemidir. Bu düşünceye sahip kişiler için varlık; madde ve tin olarak, insan ise; beden ve ruh olarak ikiye ayrılmaz. Onlar için evrenin ve varlığın tek bir özü vardır o da maddedir.
Materyalizm düşüncesinin taban tabana zıt düşüncesi ise idealizmdir. Materyalizmin insanın beden ve zihinden oluştuğunu söylediği yerde idealizm her ne olursa olsun düalizme inanır ve insanın beden ve ruh ikiliğinden oluştuğunu düşünür.
İşte bu yazımızın konusu bugüne kadar toplumların toplumsallaşma süreçlerinde de birebir etkisinin olduğunu gördüğümüz bu iki düşünce sisteminden birisi olan Materyalizm ve onun tarihsel gelişimi olacaktır.
Materyalizm; Evrende bulunan tek özün “madde” olduğunu ve evrende bulunan canlı ya da cansız tüm varlıkların bilinç de dahil olmak üzere maddesel olduklarını ileri süren bir düşüncedir. Bizler üç boyutlu bir dünyada yaşayan ve dünyadaki her şeyi duyu organlarımızla algılayabilen canlılarız. Ancak görerek, duyarak, dokunarak, koklayarak, tadarak etrafımızdaki nesnelerin varlığını hissedebiliriz. Hadi biraz düşünelim; Eğer duyu organlarımız olmasaydı bizim için madde var diye bilir miydik? Ya da madde olmadan düşünebilir miydik? İşte bu nedenle materyalizm için önemli olan tek şey maddedir. Materyalizm duyusallığa inandığı için A Priori olan yani deneyden önce gelen hiçbir bilgiyi, hiçbir düşünceyi ya da hiçbir önermeyi gerçek kabul etmez. Ona göre tek gerçek şey maddedir.
19. yüzyıla kadar madde, dışımızda var olan ve varlığı düşüncemizden bağımsız, ebedi ve ezeli olarak varlığını devam ettiren ancak gerek insanoğlunun gerekse doğa olaylarının etkisiyle değişmek zorunda kalan bir mekân kaplayarak bir boşluğu dolduran hareketsiz bir nesne olarak kabul ediliyordu.
Marx ile birlikte ve gelişen fizik yasalarıyla beraber maddenin bizim düşüncemizden bağımsız ve ezeli olarak var olduğu kabul edilirken; hareketsiz bir nesne olduğuna karşı çıkılmış sürekli hareket halinde olduğu hatta hareketin onun özsel bir özelliği olduğu kabul edilmiştir. Bu düşünce yani maddenin sürekli hareket halinde olduğu düşüncesi bilimsel olarak da kabul edilince; hareket, çarpışma hatta çatışma maddesel dünyanın nedeni olarak görülmüştür.
Aslında diğer yazılarımda da bahsettiğim gibi evrendeki çatışma ve değişim olgusunu Marx’dan da önce ele alan filozof Antik Yunan filozoflarından Herakleitos’dur. Heraklitos’un öne sürdüğü Logos fikri materyalizmin ilk adımlarıdır. “Hikâye Nasıl Başladı” isimli ilk yazımda da bahsettiğim gibi Antik Yunan döneminde Presokratik filozofların temel sorunu “Arkhe” sorunuydu yani dünyadaki bu çokluğu oluşturan ana maddenin ne olduğu sorunu. Heraklitosa göre doğal olaylar yalnızca bir maddi kaynağa dayanmaktadır, bu kaynak yani Arkhe ona göre “Ateş”tir. Bu ateş de aynı zamanda sonsuz ve başlangıcı olmayan bir dünyayı yaratan Logos’tur
Antik Yunan felsefesinde Presokratik filozofların sonuncusu kabul edilen Demokritos ise yalnızca var olanları değil ruhu da atomlardan oluşan bir şey olarak düşünüyordu. Demokritos’a göre evren sadece maddeden ve boşluktan oluşmuştur; madde de bölünemeyen en küçük parça olan atomlardan meydana gelmiştir. Atomlar devamlı hareket halinde olup sonsuz ve sınırsızdır. Boşluk ise var olmanın zorunlu şartıdır. Demokritos bu düşünceleriyle materyalizm fikrini ileri noktalara taşımıştır.
Presokratik dönemden sonra gelen Sokratik dönemden önceki Sofistler’den birisi olan Protagoras ise Demokritos’un Atomculuk fikrini tamamıyla reddetmiştir. Zaten sofistlerin genel anlayışına göre bilgi asla net olarak bilinemezdi. Onların temel düşüncesi insanın her şeyin ölçüsü olduğu düşüncesiydi. Yani onlara göre bilgi özneldi, kişiden kişiye göre değişebilirdi. Sana sıcak gelen hava bana soğuk gelebilir olması gibi; O halde Dünya herkese ne olarak görünüyorsa odur.
Sofistlerden sonra gelen ve Antik Yunan düşüncesinin en zirve düşünürleri olarak görülen Sokrates Platon ve Aristoteles dönemlerinde materyalizm anlayışı yoktur. Zaten üçü de idealist bir felsefeye inanıyorlardı. Özellikle Platon, İdealar Kuramıyla evrenin doğaüstü bir güç tarafından oluştuğunu söylerken idealar dünyasını gerçek kabul ediyordu. Platon, başta iyi kavramı olmak üzere güzellik, mutluluk gibi birçok kavramın da idealar dünyasında var olan, kendi başına bağımsız birer varlık olduklarını düşünüyordu. Biz insanların ise dünyayı deneyimlemek için geçici olarak idealar dünyasından gelen ve ölümle sonlanacak hayatımızın sonunda bedenimizden ayrılacak olan ruhumuzun tekrar geldiği yere döneceğini söylüyordu. Yani kısacası materyalist düşünceyi bu dönemde aramanın imkânsız olduğunu da…
Aristoteles’in ölümünden sonra Helenik Felsefenin bitmesiyle başlayan Helenistik Dönem ve Ortaçağ Felsefesi Dönemi, Tanrı merkezli skolastik ve dogmatik bir düşünceye sahip olduğu için zaten materyalizm fikrini temelden inkâr ediyordu. İdealizmi temsil eden Platon’u ve Aristoteles’i destekleyen din adamları için materyalizmi savunmak hem anlamsızdı hem de imkânsızdı.
Ortaçağ’daki skolastik felsefe nedeniyle gelişimini sağlayacak bir alan bulamayan materyalist düşünce yaklaşık bin yıl boyunca skolastik düşüncenin daha da güçlenmesiyle 17.yüzyıla kadar herhangi bir gelişim gösterememiştir. 17.yüzyılda ise özellikle Newton Fiziği ve bulunan fizik yasaları insana ve insan aklına yönelik güveni arttırmış ve materyalizm düşüncesinin yeniden canlanmasına neden olmuştur.
Ortaçağ Felsefesinden sonra 17. Yüzyılda materyalizm düşüncesini ilk olarak Fransız düşünür Pierre Gassandi de görürüz. Gassandi, Antik Yunan filozofu Demokritos’un Atomculukla ilgili düşüncelerinden etkilenmiş ve bu konuda araştırmalar yapmıştır. Ama savunduğu fikirlerin kendi zamanı içinde tepki çekmesinden korktuğu için “Atomlar vardır ama bu atomlar Tanrı tarafından yaratılmıştır” düşüncesini dile getirmiştir. Gasendi bir fizikçi ve deneyci olarak çalışmalarında doğayı inceliyordu. Bu çalışmaları sonuncunda bir materyalizm düşüncesine inanmış fakat yaşadığı dönemin tepkisinden çekindiği için bu düşüncesini açık açık dile getirememiştir. Sadece Atomcu Demokritos’un ilk çağın en büyük filozofu olduğunu söylemekle yetinmiştir. Ayrıca Gasendi, evreni düzenli bir bütün yani bir Kozmos olarak görüyordu. Fakat birçok düşünürün bu düzeni sağlayanın evrenin ruhu olduğunu söylemeleri üzerine “Eğer evrenin ruhu olarak kastedilen Tanrı ise bu düşünceye itiraz edilecek bir şey yoktur” diyerek dikkatleri çok fazla üzerine çekmekten kaçınmıştır.
17. Yüzyılın bir başka materyalist filozofu ise İngiliz Thomas Hobbes’tur. Ona göre her şey sadece gerçekte var olan ve yer kaplayan cisimlerdir. Cisimler ise sadece maddeden ibarettir. Ona göre Cisim, düşünceden bağımsız olarak uzayda yer kaplayan maddi varlıklardır. Hobbes, özellikle materyalist düşüncelerini Gasendi’nin aksine çekinmeden korkusuzca dile getirmiştir. Bacon ve Descartes gibi düşünürlerin Kopernik’i reddettiği noktada Hobbes, Kopernik ve onun “Güneş Merkezli Sistemi” hakkındaki düşüncelerini açık açık söyleyebilmiştir.
Hobbes ve ondan sonra gelen İngiliz ampiristler deney ve gözlemi teşvik ederek bilimin gelişimini hızlandırdılar. Fakat Skolastik Düşünce gelişen bilimi kendi egemenliğinin sarsılması olarak görmüş ve özgür düşünceye baskıyı artırmıştır. Bu baskılar 18. Yüzyıl Aydınlanma Felsefesinde özellikle dönemin düşünürlerinden John Toland, La Mettrie, Diderot, D’Holbach ve D’Alembert gibi dönemin düşünürlerin fikirleriyle yıkılmaya çalışılmıştır.
Fransız Aydınlanmasındaki yukarda saydığımız düşünürlerin bu çabası az da olsa materyalizm düşüncesine yine yeni bir alan açmış ancak Aydınlanma Felsefesinin öncü ismi Immanule Kant dönemine geldiğimizde bizzat Kant’ın düşünceleri materyalizm düşüncesine sekte vurmuştur. Gerçi Kant’ın Aydınlanma Fikri hakkında söylediği; “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Sapare Aude! ‘Bilmeye cesaret et!” bu ünlü ve unutulmaz sözlerine rağmen Kant’ın evreni, Görünür Dünya yani Fenomenler Dünyası ve bu dünyanın ötesinde asla bilinemeyecek olan Kendinde Şey dediği Numenal Dünya olarak ikiye ayırması, pratik akıl üzerine bir metafizik kurmak olarak yorumlanacak ve Kant’ın düşünceleri materyalizmin önünde ciddi bir engel olarak kabul edilecekti.
Ancak Immanule Kant’ın bu şekilde yorumlanmasına rağmen Kant’dan sonra materyalist düşüncenin yükselişi durmamıştır. Özellikle fizik ve kimyanın yanında biyoloji, zooloji, tıp, psikoloji gibi bilim dallarının ilerlemesi; Charles Darwin’in Doğal Seleksiyon yöntemiyle açıkladığı “Evrim Kuramı”; Ludwig Feuerbach’ın düşünceleri ve Psikolojide Sigmund Freud’un fikirleri materyalist düşünceye yeniden bir hız kazandırmıştır.
Ve 19. yüzyıl sonlarına gelindiğinde düşünce tarihi sahnesine Karl Marx ve Friedrich Engels çıkmıştır. Böylece materyalizm düşüncesi onların fikirleriyle büyük bir değişikliğe uğrayacaktı. Marx ve Engels’in fikirlerinden önce, Hegel’in diyalektik düşünceyi ortaya çıkarmasıyla birlikte; Hegel’in felsefesi, materyalist bir felsefe olarak algılanmasa da Marx, Hegel’in bu diyalektik düşüncesini kendi tabiriyle “baş aşağı” çevirecek ve materyalizm düşüncesini zirveye taşıyacaktı.
Hegel’in “Mutlak Tin” ya da “Mutlak Zihin” dediği kavramlar Hegel Felsefesinin unutulmaz ve olmazsa olmaz kavramlarıdır. Hegel felsefesinde Tin, Geist, İdea, Mutlak Zihin dediği kavramların tamamı insan kavramının dışında var olan nesnel bir varlıktır; Hegel’e göre bu varlık Tanrı’dan başka bir şey olamaz.
Daha önce yazmış olduğum iki Hegel yazımda da Hegel’in Bilinç kavramını açıklamaya çalışmıştım burada yeniden tekrar etmemek adına yine de yeni bir şeyler söylemeye çalışırsam; Hegel Felsefesinde Bilinç kavramı önce “Öznel Bilince” sonra “Nesnel Bilince” ve nihayet “Mutlak Bilince” dönüşerek evrilir. Bilincin henüz kendilik bilincinin oluşmadığı ilk aşamada bilinç için var olmuş olması hiçbir şey ifade etmez. Bilinç ancak başka bilinçlerle birlikte karşılaştığında kendisinin yani kendilik bilincinin farkına varır. Bilincin “Ben” olabilmesi ancak başka bir bilinç ile karşılaşmasıyla gerçekleşir. Ve işte o zaman özbilinç haline gelir yani öznel bilinç ya da kendinde bilinç haline. Bilinç olan ben artık bir öznedir ve karşısında başka bir özneyi nesne olarak bulur. Aslında Hegel’e göre bilinç “özne” yani ” ben” olduğunda aslında başka bir özne için yani başkası için nesne olacaktır. Artık özbilinç olarak karşısındaki nesnenin farkına varan bilinç aslında “nesnenin farkına varmanın farkına varan bilince” yani özbilince dönüşmüş olur. Özbilince dönüşen bilinç daha sonra toplumsallaşarak Nesnel Bilinç haline ve nihayet oradan da Mutlak Bilince evrilir. Neyse, Hegel’in Bilinç kavramını ya da Bilinç Felsefesini belki başka bir yazımda daha uzun uzadıya anlatırım. Kaldığımız yere dönersek Hegel mutlak ideyi varoluşun ve varlığın temeli olarak tanımladıktan sonra her şeyin ondan südur ettiğini ondan meydana geldiğini söyleyecektir.
Marx ise Hegel’in bu söylediklerini tersine çevirecek; Hegel’in Mutlak İde dediği şeye madde diyecek ve düşüncelerimiz de dâhil her şeyin maddeden kaynaklandığını söyleyecekti. Marx, son olarak diyalektik yöntemi kullanarak insanlığın tarih içinde sürekli değişip ve dönüşerek bazı süreçlerden geçtiğini ve geçmeye devam edeceğini söyleyecek; bu süreçleri ise insanın kendi bilincinin belirlediğini ve bu nedenle toplumda var olan düşüncelerin, ideolojilerin, felsefe, sanat, din, ahlak gibi benzeri sistemlerin, üretim gücüne hâkim olan sınıflar tarafından toplumda kendi ideolojilerini devam ettirmek için belirlendiğini söyleyerek Tarihsel Materyalizm Düşüncesini ortaya koyacaktır.
Kaynakça:
Materyalizmin Tarihi – Friedrich Albert Lange
Siyasal Düşüncelerin Toplumsal Tarihi – Ateş Uslu
