“Yeniden Hegel” isimli bir önceki Hegel Felsefesine giriş yazımda; Hegel’in ve Hegel Felsefesinin en azından ne demek istediğini anlamadan Hegel’den sonra gelen diğer felsefi düşünceleri anlamanın çok zor olduğunu yazmıştım. Bu nedenle elimden geldiğince Hegel Felsefesini anlatabilmek adına Hegel’in yaşadığı zamanı ve onun hayat hikayesini de bilmek gerekliliğini söylemiştim. Bu yüzden bu yazımda onun nasıl bir dünyada doğduğunu ve felsefesini oluştururken neler yaşadığını yazmak istiyorum. Hadi başlayalım…
Georg Wilhelm Friedrich Hegel, 19. Yüzyıl düşünce dünyasına adını yazdırmış gerek düşünceleriyle gerek felsefesiyle hem kendi zamanındaki düşünürleri hem de kendinden sonra gelenleri ciddi anlamda etkilemiş bir filozoftur.
Aslında Hegel felsefesinin özü, Fransız İhtilalinin getirdiği özgürlük anlayışı ve aydınlanma düşüncesinin getirdiği modernite anlayışıyla, Ortaçağın bitmiş olmasına rağmen hala etkileri devam eden geleneksel ve muhafazakâr düşünce yapısını bir noktada birleştirmek isteğidir.
Hegel’den önceki düşünürler felsefelerini Ortaçağ öncesinde doğayla, Ortaçağ ile birlikte Tanrıyla ve Ortaçağ felsefesinden sonra başlayan Modern felsefede ise insan üzerine kurmuşlardır. Hegel ise felsefesini daha farklı bir boyutta tek bir bütün olarak gördüğü toplum üzerine kurgulayacaktı. Bu yüzden Hegel’in ölümünden çok sonra sistemleşerek bir disiplin haline gelen Toplum Felsefesinin hatta Sosyolojinin temellerinde Hegel’in izlerini görmek mümkündür.
Aydınlanma felsefesiyle birlikte modern denilen düşüncenin başlaması aynı zamanda önce Descartes sonra Kant Felsefesinin özne nesne ayrımı yaparak özneyi ön plana çıkarması ve yine Kant’ın bireyin biran önce aklını kullanmaya cesaret eden ergin bir birey haline dönmesi gerektiğini söylemesi, Ortaçağın otoriter düşünce anlayışından çıkmış toplumlara, insan aklına güven duyan bir özgürlük anlayışı getirmişti. Fakat Ortaçağ skolastik anlayışından henüz yeni çıkmış bireylerin bir kısmı doğal olarak her yerde esen bu özgürlük rüzgârından rahatsız oluyordu.
İşte Hegel kendi felsefesinde bir farklılık ortaya koyarak bireylerin hem özgür iradelerini rahatça ortaya koyabilecekleri bir toplumda yaşamasını sağlayacak hem de onların geleneksel toplumu bozmadan gelenekleriyle beraber yaşayabilecekleri bir yaşam tarzı, bir felsefe anlayışı oluşturmak istiyordu.
Fakat Hegel’in 1831 yılında ölümünden sonra çoğu kişi tarafından; kendi düşüncesinin bir önemi olmayan bir kişi olduğu ama eğer Hegel’e bir önem atfedilecekse onun öneminin etkilediği kişilerden kaynaklandığı söylenecekti. En çokta “Materyalist Marx’ın İdealist atası” olarak bilinecekti. Hatta daha sonraki yıllarda onun düşüncelerinin gereksiz, saçma ve anlamsız olduğunu söyleyen kişiler de olacağı gibi onun felsefi düşüncesinin çok uzun bir zaman önce öldüğünü söyleyecek kişiler de olacaktı. Fakat bütün bu söylenenlere rağmen gerçek olan bir şey vardı ki ölümünün üzerinden hemen hemen iki asır geçmiş olmasına rağmen hala yeni bir felsefi düşünce oluşturmak isteyen herkesin yolu mutlaka Hegel’den geçiyor ve geçmek zorunda.
Neyse, artık lafı fazla uzatmadan, felsefesi bu kadar yanlış anlaşılan bir düşünürün hayatıyla birlikte felsefesini anlatmaya çalışacağımız yazımıza hep birlikte yavaş yavaş giriş yapalım.
Hegel 1770 yılında, bugünkü Almanya’nın Stuttgart şehrinin güneyinde kalan Württemberg kasabasında doğmuştur ama ataları buraya 16. Yüzyılda Avusturya’dan göç etmişlerdi.
Hegel’in babası Georg Ludwig Hegel hukuk eğitimi almış bir devlet memuruydu, annesi Maria Magdalena Louisa Hegel ise eğitimli bir ev hanımıydı. Eğitimli olduğu vurgusunu yapmamın nedeni o tarihlerde kadınların eğitimli olmalarına çok sık rastlanılmaz olmasıdır. Hatta Hegel henüz ilkokula başlamadan önce annesi ona evde Latince ve Fransızca dersleri verecek kadar eğitimli biriydi. Georg ve Maria Hegel çiftinin Christiane Louise Hegel isminde bir kızları ve bir de Georg Ludwig Hegel isminde bir oğulları daha vardı. Bu uzun yazımızın baş kahramanı olan Georg Wilhelm Friedrich Hegel ise bu ailenin ilk erkek çocuğuydu.
Hegel on bir yaşındayken hem kendisi hem babası hem de annesi Sarı Humma denilen bir hastalığa yakalanır. Kendisi ve babası bu hastalıktan kurtulurken maalesef annesi kurtulamaz ve Hegel henüz on bir yaşındayken öksüz kalır. Aynı hastalığa yakalanmalarına rağmen kendisinin değil de annesinin ölmesi onu çok etkilemiştir; bu düşünce Hegel’i tüm hayatı boyunca rahatsız edecektir.
Hegel ilkokulu bitirdikten sonra babası onun Teoloji yani Din eğitimi alarak ileride bir Papaz olmasını istiyordu; çünkü Ortaçağdan yeni çıkmış Almanya’da Papazlık saygın ve otoriter bir meslek olarak görülüyordu. Fakat Hegel ailesi aydınlanma felsefesinin getirdiği modernlik düşüncesine de inanan bir aile olduğu için Württemberg’de tamamladığı ilkokul eğitiminden sonra babası Hegel’i göndereceği çağdaş bir papaz okulu arayışı içine girdi. Birçok okulu araştırdıktan sonra Württemberg dışında, Stuttgart şehir merkezinde, Stuttgart Gymnasium adında bir papaz okulunda karar kıldılar ve ailecek Stuttgart şehir merkezine taşındılar.
Hegel lisede çok başarılı bir öğrenciydi. Teolojiyle birlikte birçok konuya da ilgi duyuyordu. Felsefe özellikle ilgi duyduğu bir alandı. Felsefe Tarihinde Antik Yunan Felsefesini okumayı çok seviyor aynı zamanda Kant Felsefesini takip ediyordu. Kant’ın özne nesne ayrımı ve tabii ki Transandantal Felsefesi, o günkü düşünce dünyasına yeni bir çığır açmıştı. Hegel de Kant’a ilgi duyuyor ama Kant’ın felsefesi hakkında birçok konuya şüpheyle yaklaşıyordu.
Liseyi bitirdikten sonra onun için Tübingen Üniversitesi hayatı başladı. Bu kez Stuttgart’dan Tübingen’e Teoloji okumaya gidecekti. Tübingen Üniversitesi Papaz Okulunda teoloji eğitimi alırken kariyer planlaması değişecek ve ileride Papaz olmak yerine Teolojiyle ilgilenen bir düşünür ve yazar olmaya karar verecekti. Bu kararı almasında üniversitede tanıştığı iki arkadaşı çok etkili olmuştu. Biri ileride Almanya’nın en iyi şairi kabul edilecek olan Friedrich Hölderlin diğeri ise ileride Hegel ile birlikte Alman İdealist düşüncesinin bir diğer ismi olacak olan Friedrich Joseph Schelling’di.
Bu üç arkadaş ileride birbirlerinin hayatını etkileyeceklerini çok iyi biliyorlardı çünkü üçünün de dünya bakış açısı aynıydı. Üçü de teoloji eğitimi alarak ileride Papaz olmak için yola çıkmış ama bu kararlarını üniversite yıllarında değiştirmişlerdi. Ve hayatlarının baharında henüz on dokuz yaşında olan bu üç genç dünyanın biranda hem siyasi hem felsefi hem de yaşam tarzı olarak değişeceği bir olaya şahit oldular; 1789 Fransız Devrimine…
Fransa’da devrim olmuş ve bu üç genç Avrupa’da yaşayan diğer insanlarla birlikte dünyanın bir anda nasıl değiştiğine şahit oluyorlardı. Artık dünya, bir Ortaçağ kalıntısı kabul edilen baskıcı yönetimlerin insanın özgür iradesini sınırladığını düşünüyor ve Fransız İhtilalinin getirdiği eşitlik, özgürlük ve kardeşlik kavramlarıyla kurumsal otoritenin dışına çıkmak istiyordu.
Fransız ihtilalinden sonra başlayan aydınlanma düşüncesi insanların dine bakış açılarını da değiştirmişti. Din kavramı ilk zamanlarda, dini kurallarla bireylerin ahlaksal yaşam tarzlarını düzenleyen ve kolaylaştıran bir sistem olarak görülürken, Ortaçağ skolastik düşüncesiyle birlikte artık kilisenin ve din adamlarının çıkarını düşünen bir sistem haline dönüşmüştü. Fransız İhtilali ise dinin kesinlikle olması gereken bir kavram olduğuna inanıyor ancak skolastik düşüncenin baskıcı yapısına karşı çıkıyordu.
Hegel böyle bir ortamda üniversite hayatına devam ederken okulunu bitirmesine bir yıl kala hastalandı ve Stuttgart’a ailesinin yanına dönmek zorunda kaldı. Zaten o kararını çoktan vermişti; O, teoloji diploması olan bir teolog olarak hayatına kitaplar, makaleler yazarak devam etmek istiyordu.
Stuttgart’a ailesinin yanına döndükten sonra Bern’de yaşayan aristokrat bir aileden iş teklifi aldı. Bern’deki aile çocuklarının eğitimine katkı sağlayacak bir öğretmen istiyordu. O dönemde birçok aristokrat aile çocuklarının eğitimini evlerinde onlarla birlikte para karşılığı yaşayan bu öğretmenlerle devam ettiriyordu.
Hegel tekrar Tübingen’e dönmemek için üniversite kurulundan, bir yıl önceden sınavlara girebilme iznini aldı. Sınavlarının tamamını başarıyla geçtikten sonra teoloji diplomasına okulunun bitmesine bir yıl kala sahip oldu. Diplomasını aldıktan sonra 1793 yılında yirmi üç yaşındayken Bern’de yaşayan o aristokrat ailenin yanında öğretmenlik yapmaya başladı. Hegel yaptığı bu öğretmenlik işini seviyor ama yanında kaldığı ailenin kendisine olan davranışlarını beğenmiyordu. Bu yüzden işini de severek yapamamaya başladı.
Hegel’in bu durumunu üniversite arkadaşı olan Hölderlin onunla yaptığı mektuplaşmaları sırasında fark etti. Frankfurt da zengin bir şarap tüccarı olan Gogel’in ailesinin çocukları için bir öğretmen aradığını öğrenince, Hegel’e bir iş teklifi yapmalarını sağladı. Hegel kendisine iş teklifi yapan Gogel ailesinin, kendisine oldukça nazik davranacakları konusunda onlardan bir söz aldıktan sonra iş teklifini kabul etti. Çünkü yine kibirli bir ailenin öğretmeni olmak istemiyordu. Ve 1796 yılı Hegel için artık Frankfurt dönemi demekti. Tabii ki bu yeni iş teklifini kabul etmesinde üniversite arkadaşıyla aynı şehirde yaşayacak olmasının da büyük bir etkisi vardı.
Frankfurt’a gelen Hegel yaşayacağı yeni ortamı çok beğendi. Ayrıca Gogel ailesi, Bern’deki aile gibi kibirli ve kendini beğenmiş bir aile değildi. Hegel için en önemlisi, eski dostu Hölderlin’e yeniden kavuşmasıydı.
Hegel ile görüşemedikleri dönemde Hölderlin, Jena Üniversitesinde ünlü Alman filozofu Fichte’nin derslerine katılmış ve Kant sonrası felsefe üzerine fikirler edinmişti. Ayrıca Hölderlin felsefenin yanında yavaş yavaş başlayan bir şairlik kariyeri de ediniyordu. Fakat Hölderlin’in bu güzel giden kariyeri 1800 yılında sekteye uğradı. Aşık olduğu Susette Gontard isimli kadının verem hastalığına kapılıp ölmesi Hölderlin’i çok etkiledi. Yaşadığı bu olaydan sonra zaten hassas olan akıl sağlığı iyice kötüye gitmeye başlamıştı. Hemen ardından da hayatı boyunca onunla kalacak olan şizofreniyle tanıştı. Hölderlin’in gitgide kötüleşmesi ve kişisel sorunlarının artması Hegel’i ciddi anlamda üzüyor ve etkiliyordu. Zaten 1799 yılında Hegel babasını kaybetmiş ve Hegel için zor bir süreç zaten o yıllarda başlamıştı. Artık sorunlarını bir yana bırakıp kariyeri için bir karar vermesi gerektiğini biliyordu. Böylece diğer üniversite arkadaşı Schelling’le mektuplaşmaya başladı.
Jena Üniversitesinde akademisyen olan Schelling, Hegel’e yazdığı mektupların birinde Hegel’in de Jena Üniversitesine akademisyen olarak gelmesini istedi. Schelling’in teklifini alan Hegel zaten yaşadığı ortamdan da sıkıldığı için 1801 yılında kararını verip Jena’ya gitti. Hegel için artık Jena yılları başlamıştı. Böylece bir aile öğretmeni olmak yerine yıllardır hayalini kurduğu bir yazar ya da bir akademisyen olma düşüncesini gerçekleştirebilirdi.
Jena Üniversitesinde iki tane önemli Profesör vardı. Biri Friedrich Schiller diğeri ise Johann Gottlieb Fichte. Schiller, Jena üniversitesine tarih profesörü olarak atanmıştı ama üniversitedeki diğer profesörler Schiller’in tarih eğitimi olmadığı için onun bu bölüme atanmasına karşı bir kampanya başlatmışlardı. Schiller sonunda bu eleştirilere dayanamamış unvanını tarih yerine felsefe profesörü olarak değiştirmek zorunda kalmıştı. Üniversite profesörlerinden Kantçı düşünceleri ve ateizme yaklaşan fikirleri nedeniyle tepki toplayan bir diğer profesör ise Johann Gottlieb Fichte’di. Fichte’nin üniversitede okuyan öğrenciler tarafından sevilmesi ve derslerine rağbet gösterilmesi üniversite kurulunu daha da kızdırmıştı. Ve Ficte kurul kararıyla üniversiteden kovuldu. Fakat Fichte’nin kovulması Jena Üniversitesini zora sokmuştu çünkü Fichte’nin üniversiteden ayrılmasından sonra üniversitenin öğrenci sayısın da hızlı bir düşüş yaşandı. Hegel’in arkadaşı Schelling ise bu kargaşadan yararlanıp üniversite kurulunun kendisini Fichte’nin biricik varisi olarak ilan etmesini bekliyordu.
Hegel 1801 yılında Jena üniversitesine işte böyle bir ortama geldi. Hegel’in gelişi Schelling’i çok sevindirmişti. Çünkü o, Hegel’i üniversite kurulunda kendi fikirlerini destekleyecek biri olarak görüyordu. Zaten Hegel’i yanına çağırmasının esas nedeni de buydu. Hegel’in üniversiteye gelişinin üzerinden bir yıl geçmiş ve Schelling’in kendisini üniversite kurulunda desteklemesi için Hegel’e olan baskısı da giderek artmıştı. Ama üniversite kurulu durumun farkındaydı ve Hegel’den Schelling’in görüşlerinin savunucusu olduğuna dair herhangi bir imada bulunmasını bile istemiyorlardı.
Zaten böyle bir desteğe de gerek kalmadı çünkü Schelling 1802 yılında Caroline Schlege adında evli bir kadınla arkadaşlık kurmaya başladı ve bu arkadaşlıkları aşka dönüşünce Caroline kocasından boşandı. Hegel ise arkadaşı Schelling’in yaşadığı bu yasak ilişkiyi asla onaylamıyordu zaten kadınlarla arası hiçbir zaman iyi olmayan Hegel’in, Caroline’le de arası hiçbir zaman iyi olmadı. Bu durum Hegel’le eski dostu Schelling arasında büyük bir gerilime yol açmıştı. Ve 1803 yılında Schelling ve Caroline evlendiler. Caroline artık Schelling’in karısı olmasına rağmen Hegel hala Schelling’in yaptığı bu davranışı onaylamıyordu.
Üniversite senatosu ise Schelling’in evli bir kadınla ilişkiye girerek onunla evlenmesinin üniversitenin ismini lekeleyeceğini düşünüyordu. Gereksiz yere çıkan dedikoduların arkası kesilmeyince Schelling kendi isteğiyle Jena üniversitesinden ayrıldı.
Schelling’in üniversiteden ayrılmasından sonra Hegel, Jena’da kalmaya devam etti ve dersleri giderek ilgi görmeye başladı. Zaten sosyal biri olduğundan hızla arkadaşlar edinmiş ve Jena’da öğrencileriyle entelektüel tartışmaların içine dalmıştı. Ders verdiği üniversiteyi de mesleğini de çok seviyordu fakat yıllar geçtikçe ve insanlar başka üniversitelere gittikçe, Hegel’in arkadaş çevresi de giderek azaldı.
Hegel üniversitedeki görevini çok sevmesine rağmen artık düşünce dünyasında yazılarıyla adını duyurmak istiyordu. Düşüncelerine ve felsefesine inanıyordu ve öyle görünüyordu ki artık yapması gereken ilk şey felsefe ve yazı camiasına kendini kabul ettirmek için kendi kitabını yazmaktı ama henüz buna hazır değildi. Düşünceleri üzerinde daha derinlikli çalışmaya ve felsefesini bütünüyle oluşturduktan sonra fikirlerini kamuoyuyla paylaşmaya karar verdi.
Hegel kendini düşüncelerini kitabını yazmak için toparlaya dursun biz bir anlığına Hegel den önce Transandantal Felsefesini anlattığı üç kitabıyla düşünce dünyasında büyük bir çığır açmış olan Immanuel Kant’a gidelim.
Kant kendi felsefi düşüncesiyle dünyayı Fenomenal Dünya ve Numenal Dünya olarak ikiye ayırmış ve biz bilinçli canlılar olan insanların sadece fenomenal dünyanın bilgisine ulaşabileceğimizi, kendinde şey olarak adlandırdığı numenlerin bilgisini ise asla elde edemeyeceğimizi söylemişti. Bu konunun detaylarını daha önce yazmış olduğum Kant Felsefesini anlattığım yazılarımda bulabilirsiniz. Kant, Transandantal Felsefesini anlattığı üç kitabıyla metafizik anlayışlara karşı tam bir agnostik tutum içinde olmamız gerektiğini söyleyerek metafiziği oyunun dışına göndermiştir.
Kant, kendi felsefesini açıkladıktan sonra birçok kişi Kant’ın bu düşüncelerinin çok büyük sonuçlar doğuracağını anlamıştı. Her şeyden önce Kant açıklamış olduğu düşünceleriyle, insanlığın Tanrıya dair teorik bir bilgiye asla sahip olamayacağını söylüyordu. Kant, tüm hayatı boyunca koyu bir Hristiyan olmasına rağmen yazdıklarıyla agnostik bir anlayışı tarif ediyordu.
Kant’ın düşünceleri Almanya’nın birçok Üniversitesinde ilgi gördü hatta birçok üniversite Kant’ın yazdığı kitapları ve felsefesini ders olarak okutmaya bile başlamıştı. Bu üniversitelerden biri de Hegel’in profesörlük yaptığı Jena Üniversitesiydi.
Fakat aynı dönemde Kant’ın düşüncelerini savunan düşünürler ve akademisyenler olduğu kadar onun düşüncelerini ciddi derecede eleştiren düşünürler de vardı. Bu düşünürlerden biri hatta en önemlisi Friedrich Heinrich Jacobi’dir. Jacobi, Kant Felsefesinin ortaya koyduğu “Görüngüler” ve “Kendinde Şeyler” ayrımına inanmıyor ve Kant felsefesinin bizleri sadece hiçbir şeyin önemli olmadığı düşüncesine yani Nihilizme götüreceğini söylüyordu. Buraya küçük bir not düşelim; Jacobi, Nihilizm kavramını ilk kullanan kişidir. Burada önemli olan başka bir bilgi ise Jacobi’nin düşünceleri, Kant felsefesini az da olsa sarsmış olduğudur.
Hegel, Kant Felsefesi hakkında yapılan bu eleştirileri izliyordu ve yapılan eleştirilerin bir kısmını da haklı buluyor fakat kendi yaptığı Kant eleştirisine “Bilinç” kavramı üzerinden yaklaşıyordu. Bu ne demektir? Bizler kendimize ve dünyaya iki farklı bakış açısıyla bakabiliyoruz biri Teorik olarak yani Nesnel, diğeri Pratik olarak yani Öznel.
Kendimizi teorik olarak yani nesnel olarak ele alırsak, Kant’ın da dediği gibi çevremizdeki her şey, kendimiz de dahil evrende bir uzay zaman içinde bulunuyoruz ve eğer içinde bulunduğumuz evrene nesnel olarak bakarsak göreceğimiz sadece nedensellik yasalarına tabi olan bir evrendir. Ama aynı evrene öznel olarak bakarsak neye inanmamız gerekiyorsa onu görürüz yani kendi öznel normlarımıza bağlı bir evren. Böylece bilinç dışarıdaki nesneleri kendi deneyimi “içinden” görüp kişisel ve öznel bir bakış açısı alabilir ya da kendisini “dışarıdan” görerek nesnel bir bakış açısı alabilir. Hegel bu fikirleriyle yıllardır tartışılan Realizm ve İdealizm tartışmasının, bilincin nesnel ve öznel bakış açısıyla değişebileceğini düşünüyordu.
Ve nihayet Hegel bu fikirlerini toparlayıp kâğıda dökmeye başladı; böylece en bilinen eseri olan “Tinin Fenomenolojisi”ni yazmaya başlıyordu. Kitabında ilk olarak “Bilinç” kavramını açıklaması ve onun oluşum sürecini anlatması gerekiyordu. Sonra “Bilincin Deneyiminin Bilimi”ne dair düşüncelerini anlatabilirdi. Yani bilincimizin, çevremizdeki fenomenleri nasıl deneyimliyorun bilimini.
Hegel kitabını yazmaya başladığı sırada Jena Üniversitesi’nde işler kötüye gidiyordu. Akademisyenler maaşlarını alamayacak duruma gelmişti ve artık babasının ölümünden sonra kendisine kalan küçük mirası da tükenmek üzereydi. Hegel kendisine hayatını kolaylaştıracak ve düzene sokacak yeni bir kariyer arayışı içine girdi. Fakat bunun olabilmesi için kendisine ait, kendisinin yazdığı bir kitabının olması gerekli olduğunu biliyordu. Parasal durumu da günden güne kötüleşiyordu. Bu sırada Bamberg’de yaşayan daha önceden Jena Üniversitesi’nde akademisyenlik yapmış olan arkadaşı Niethammer kendisine Bamberg’deki bir gazetenin editörlüğünü teklif etti. Ve Hegel 1807 yılında zaten kötü olan parasal durumunu düzeltmek için “Bamberg Zeitung” adlı gazetenin editörlüğünü yapmaktan başka çaresi olmadığını anladı.
Hegel, Bamberg’deki hayatına kısa sürede alıştı. Yerel bir gazete olan çalıştığı gazete, Banberg’de önemli bir gazete olarak görülüyordu. Bu arada hayatında bir gelişme daha olmuş ve Hegel, Bamberg’de yaşarken uzun süredir üstünde çalıştığı “Tinin Fenomenolojisi” eserini bitirmiş ve yayımlamıştı.
Kitaba yapılan ilk eleştiriler olumsuz olmuştu. Fakat bir süre sonra kitap üstüne yapılan bu olumsuz tartışmalar kitabın işine yarayacaktı. Çünkü hala Almanya’da büyük bir çoğunluk tarafından Kant Felsefesinden sonra ne yapılacağı konusu hakkında düşünülüyor ve gerçek bir idealist bakış açısı bekleniyordu. Hegel’in tam olarak idealist bir pencereden bakan kitabı bu beklentiyi fazlasıyla karşılıyordu. Bu yüzden kitabı okuyucularını heyecanlandırmıştı. Böylece Hegel’in kitaptaki idealist yaklaşımı onu bir şekilde idealist düşünce akımının merkezine yerleştirdi.
Son olarak yazıyı da daha fazla uzatmadan Hegel’in bu önemli kitabında ve tabii ki kendi felsefesinde ne anlatmak istediğine değinelim; Hegel felsefesinde her şeyden önce bireylerin kendi kendilerine özgür bir bilince ulaştıkları bir hikâyeyi anlatmak istiyordu. Ama bilinç kendi başına özgür değildi. Bilincin özgürleşmesi bir süreç yani bir zaman gerektiriyordu. İşte “Tinin Fenomenolojisi” bu süreci anlatan bir kitaptır.
Hegel felsefesinde; önce bilincin, öznel bilince ulaşarak kendi kendinin nesnel bilgisine nasıl ulaştığını açıklar ve sonra bilinç nesnelliğe ulaştığında dünyanın bilincine vararak, kendi kendisinin bilincine efendi ile köle arasındaki bir ilişkiye evrilir. Çünkü bilinç ancak karşında gördüğü başka bir bilinç sayesinde özbilinç olabilmektedir. Bu da köle ve efendi ilişkisini doğurur. Yani Bilinç ile Özbilinç arasındaki ilişkiyi. Kendilerini oldukları gibi özgürce tanıtmak isteyen iki bilinç karşı karşıya kaldıklarında aralarında bir kölelik ve egemenlik ilişkisi oluşur. Bu da bu iki bilinçten birinin yok olup diğerinin ayakta kalmasını sağlar. Köle kaybedecek, Hegel’in ifadesiyle efendinin önünde diz çökecek ve efendi için çalışarak ona hizmet edecektir. Ancak köle bu yaşadığı kölelikten sadece çalışarak kurtulacaktır; çünkü çalışarak ve dünyayı dönüştürerek özgürlüğünü kendisi elde etmek zorundadır.
Bu süreç sonunda bilinç Akıl’a ulaşır yani Mutlak Bilince. Artık yaşadığı evren ona yabancı değildir; onun tanıdığı ve bildiği bir evren haline gelmiştir. Mutlak Bilinç olarak artık o, akıl ile her şeyin bilgisine ulaşmıştır.
Dünyaya ilişkin bilgisi onun gerçek bilgisi olmuş ve tabii ki onun gerçek bilgisi de dünyaya ilişkin bilgisi olmuştur. Ama bilinç artık sadece bir bireyin bilinci değildir. Bilinç artık” Ben” den “Biz”‘e evrilmiştir. Artık O, büyük bir “Ben” olan “Biz” ‘dir. Artık O, “Biz” olan bir topluluğun yani toplumun bilincidir. Yani O artık, Mutlak Tin’den ya da Geist’dan başka bir şey değildir.
Kaynakça: Hegel Biyografisi – Terry PİNKARD
