İnsanoğlu yaratılışı gereği toplumsallaşmak isteyen; toplumsallaşmaya ihtiyaç duyan bir canlıdır. Bu yüzden ilkel toplumlardan başlayarak hep bir toplum içinde yaşayagelmiştir. İnsan yine yaratılışı gereği yaşamak için, beslenmek, giyinmek, barınmak gibi bir takım maddi mallara ihtiyaç duyan bir canlıdır; bu temel ve zorunlu maddi ihtiyaçlarımızı karşılamak için yaptığımız eylemler bütününe ise üretim adı verilir.
Üretim bir süreçtir. Üretim denilen bu süreç İnsan Emeği ve Üretim Araçlarından meydana gelir. Emek, maddi malların üretimi için insanın harcadığı bedensel ve zihinsel güçtür. Üretim araçları ise üretim sürecinin olmazsa olmazıdır. Maddi mallar üretilirken, üretimin gerçekleşmesine yardımı dokunan her şey üretim aracı olarak kabul edilir. Başta makineler olmak üzere üretim için kullanılan bir takım araç ve gereçler, üretimin yapılacağı binalar, su kanalları, elektrik üreten santraller, ulaşım araçları hatta günümüzde sanat ve sanat eserleri bile üretim aracı olarak kabul edilmektedir.
İnsanların bugüne kadar kurduğu tüm uygarlıklara baktığımızda bu uygarlıkların kurulmasında ve gelişmesinde üretimin çok büyük katkısı olduğunu görürüz. Fakat üretimin gerçekleşmesi için sadece emek ve üretim araçları yeterli midir? İnsanlığın ürettiği her şeyin en temelinde bilgi olduğu düşünülürse bence “Bilgi” kavramını da üretim araçlarına dahil etmek gerekir. Zaten bilgi dediğimiz kavram da özünde bir üretim değil midir? “Bilgi üretmek” deyimi sanırım bu sorunun tam olarak cevabı olacaktır.
Bilgi gelişmektir, bilgi aydınlanmaktır, bilgi yenilenmektir. Bilgi, dünyayı daha iyi anlamamıza yardımcı olan en önemli araçtır. Bilgi olayları, olguları ve kavramları daha iyi değerlendirmemize, daha derin bir anlayış geliştirmemize ve bilinç seviyemizi yükseltmemize katkıda bulunur. Bilgi aynı zamanda toplumsal değişimin itici gücüdür. Bilinçlenen bireyler bilgi sayesinde içinde bulundukları toplumu daha iyi anlayabilir, bireysel ve kültürel farklılıklarını bir fark olarak görmektense bir zenginlik olarak görmeye başlarlar.
Neyse ki “bilgi” kümülatiftir; birikerek ve çoğalarak nesilden nesile ulaşmıştır. Eğer bilgi kümülatif olmasaydı ateşi bulduğumuz tarihlerden bugünlere nasıl gelebilir bu kadar uygarlığı nasıl kurabilirdik ki?
Fakat bilgiyi elde etmek kadar o bilgiyi kabullenmek ve kabul ettirmek de zor bir iştir. Bilgi asla önyargıyı kabul etmez çünkü mutlak bir gerçektir. İnsanların yeni bir bilgiyi kabul etmelerinin zorluğunu düşündüğümde ise aklıma her zaman Platon’un “Devlet” adlı eserinde anlattığı “Mağara Alegorisi” gelir.
Platon bu alegorisinde bizden bir mağarada yaşayan insanlar düşünmemizi ister. Mağaranın içi karanlıktır. Mağaranın girişi ise ışıklı bir yola açılmaktadır. Mağarada yaşayan insanlar doğdukları günden beri mağaranın zeminine zincirlerle bağlanmış ve sırtları mağaranın girişindeki ışığa çevrili bir durumda yaşamaktadırlar; sırtları mağaranın girişine dönük olduğu için bugüne kadar mağaranın girişini hiç görmemişlerdir. Zincire vurulmuş bu insanların arkalarında daha yukarıda ise bir ateş yanmaktadır. Önlerinde ise kukla gösterilerinde kullanılan türden kocaman bir perde ya da bir duvar uzanmaktadır.
Mağarada, duvarın gerisinde ise gözükmeyen zincire vurulmamış özgür insanlar vardır. Onlar kuklaları, yapay nesneleri, oyuncakları ve tahta figürleri ateşin ışığına tutarak bu cisimlerin gölgelerini zincire vurulmuş insanların önündeki duvara yansıtmaktadırlar. Mağaradaki zincire vurulmuş bu insanların bugüne kadar gördükleri sadece bu nesnelerin duvara yansıtılan gölgeleridir. Mağarada zincire vurulmuş insanlar için doğdukları günden beri tek gerçeklik duvarda gördükleri gölgelerdir.
“Böyle bir mağarada yaşayan birinin, yaşadığı yerin bir mağara olduğunu nasıl olup da öğreneceğini anlamak güçtür” der Platon. Fakat daha sonra bu kişilerden bazılarının zincirlerinden kurtulup ayağa kalktığını ve başlarını çevirip mağaranın girişindeki gün ışığına baktıklarını düşünmemizi ister. Bunu yaptıklarında yaşayacakları şey onlar için şaşırtıcı ve gözlerinin kamaşmasına yol açan bir deneyim olacaktır çünkü gözleri ışığa alışkın değildir. Bu yüzden aralarından sadece birkaçı cesaretle ışığa doğru yürür hatta içlerinden daha cesur olanlar mağaradan dışarı çıkarlar.
Mağaranın dışına çıkanların ilk başta gözleri kamaşır; her şey onlara önce bulanık ve belirsiz gözükür. Çoğu kişi bu durumdan korkar ya da mağarada alıştıkları hayatları onlara daha kolay gelir ve mağaraya geri döner. Fakat bazıları ise dışardaki gerçek ışığa alışıncaya kadar orada durur ve dışarıda daha üst bir gerçekliğin farkına varır. Platon’a göre mağaranın dışına çıkıp orada kalan kişiler artık “aydınlanmış” kişilerdir.
Platon’un bu alegorisinde asıl anlatılmak istenilen alegorideki simgelerde gizlidir. Mağaranın dışındaki ışık gerçek bilgidir. Dışarı çıkış ve dışarıdaki ışığa alışma süreci, bilgiye ulaşma ve aydınlanma sürecini simgeler. Zincirlerinden kurtulup mağaranın dışına çıkan insanlar kendilerine söylenen ya da gösterilenle yetinmeyerek gerçek bilgiye ulaşmaya çalışan cesur insanları simgeler. Çünkü sizde hak vereceksiniz ki etrafımızda bize gösterilen ve söylenilen bir dünyanın dışında başka bir gerçeklik olduğunu öğrenmek biraz cesaret gerektirir. Platon asıl zorluğun ise mağaranın çıkışından sonra başladığını söyler. Gerçek bilgiye ulaşan kişi yani mağaradan dışarı çıkan kişi artık aydınlanan kişidir. Aydınlanan insan geri dönmek ve mağaradaki diğer insanlara gerçekliği anlatmak ister. Ancak mağaradaki insanlar, gerçek dünyanın farkında olmadıkları için aydınlanan insanın sözlerini anlamaz veya kabul etmek istemezler. Bu, yeni bir bilginin toplum içinde kabul edilmesinin zorluklarını temsil eder. Platon bu alegori ile bilginin toplum içinde yayılmasının ve insanların aydınlanmasının zorlu bir süreç olduğunu vurgular. Mağaradan çıkarak gerçek bir ışıkla karşılaşan kişi artık mağaraya geri dönmek de istemez çünkü O artık, mağaradaki insanlar için “uyumsuz” bir kişidir.
Bu uyumsuzluğun ortadan kalkması için Platon toplumdaki her bireyin aynı anda ve aynı düzeyde gelişmesinin önemli olduğunu vurgular.
Kaynakça:
Minerva’nın Baykuşu – Jeffrey Abramson
