Daha önceki yazılarımızdan da bildiğiniz gibi Thales’le başlayan Presokratik dönemin filozofları yalnızca evrenin ana maddesinin ne olduğunu araştırmışlardı. Antik Yunan’da yaşanan bir takım siyasi gelişmeler ve bu gelişmeler sonucu ortaya çıkan toplumsal sorunlar, düşünürleri daha sonraki dönemlerde doğa felsefesinden insan üzerine bir felsefeye yöneltmişti. Presokratik dönemden sonra insan üzerine felsefe yapmaya çalışan; bilgi ve insan kavramlarıyla ilgilenen ilk filozoflar ise Sofistler olmuştur.
Sofistleri insan üzerine felsefe yapmaya yönelten ilk etken, kendilerinden önceki doğa filozoflarının evrenin ana maddesi konusunda farklı görüşler ortaya koymaları olmuştur. Bu farklı görüşler Sofistlerin şüpheciliğinin en büyük dayanağı olmuştur.
Sofistler evrenin sürekli bir değişim ve dönüşüm halinde olduğuna inandıkları için “bilgi” kavramına şüpheyle yaklaşıyor ve bilginin imkansızlığına inanıyorlardı. Sofist düşünürler arasında bilginin imkansızlığı konusundaki en etkili düşünür ise Protagoras olmuştur. Sofist düşüncenin de ilk temsilcisi olan Protagoras; “İnsan herşeyin ölçüsüdür” diyerek bilgi sorunuyla uğraşmanın boşuna bir çaba olduğunu söyler. Ona göre sürekli değişen evrenin bilgisine ulaşamayacağımız için ne salt bir varlıktan ne de herkes için doğru sayılabilecek bir bilgiden söz edilebilinirdi.
Bilgi ve bilginin doğruluğu konusundaki asıl tartışmalar Sofistlerden sonraki dönemlerde gerçekleşmiştir. Bilgi ve doğruluk konusundaki bu tartışmaların en önemlileri Sokrates ve öğrencisi Platon döneminde olmuştur.
Platon, Sofistlerin sahip olduğu şüpheci anlayışın aksine, herkes için geçerli olabilecek bir bilgiye ulaşmanın imkanlı olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle Platon, bilgiyi temellendirmek için ünlü İdealar Teorisine başvurmuş ve bilgiyi; Episteme ve Doxa olarak ikiye ayırmıştır.
Günümüzden 2400 yıl önce Platon, ünlü Mağara Alegorisinde; doğdukları günden beri bir mağarada zincirlenmiş halde hayatlarına devam eden insanların, karşılarındaki duvara yansıtılan gölgeleri gerçek hayat sandıkları bir metafordan bahsetmişti. Bu metaforu “Platon’un Mağara Alegorisi” adlı yazımızda detaylıca anlatmıştık.
Bu metafora göre mağarada yaşayan insanlar, hayatları boyunca gördükleri gölgelerle mağaranın dışındaki gerçek yaşam arasındaki farkı ancak mağaranın dışına çıkmaya cesaret ettiklerinde anlıyorlardı. Ve gerçek bilgiye de mağaradan dışarı çıkma cesareti gösteren bir kaç kişi ulaşıyordu. Platon’dan yüzyıllar sonra ise Immanuel Kant “Sapere Aude” diyecek ve insanları bilmeye cesaretlendirecekti. Gerçekten de Bilgi sadece cesur olanların elde edebildiği bir şey mi? Ben kendi adıma, günümüzde gerçek bilginin değersizleştirildiği bir çağda yaşadığımızı düşünüyorum. Bu yüzden pek çok bilgimiz sanılara, kanılara hatta rivayetlere dayanıyor. Çoğunluğun söylediği bir yargıya körü körüne inanabiliyor hatta bir çok şeye gerçekliğini araştırmadan inanabiliyoruz. Bu nedenle “Sanı” ve “Bilgi” ayrımını anlayabilmek için 2400 yıl öncesine giderek konuya oradan başlamanın farkındalığımızı arttıracağına inanıyorum.
Yukarıda da bahsettiğim gibi Platon’un bilgi anlayışı onun ünlü idealar kuramıyla ilişkilidir. Platon, bilgiye doğuştan sahip olduğumuza inanan bir düşünürdü. Ona göre bilgiyi elde etmemiz için yapmamız gereken tek şey onu hatırlamaktı. Daha önceki yazılarımda da bahsettiğim gibi Platon dünyamızı İdealar Dünyası ve Görünüşler Dünyası (Fenomenler) olmak üzere ikiye ayırmıştı. Platon’a göre İdealar Dünyası; doğmadan önce içinde bulunduğumuz ve her şeyin en iyisinin, en güzelinin ve tabii ki gerçekliğin bulunduğu dünyaydı ve İdealar Dünyası ancak akılla kavrana biliyordu. Görünüşler (Fenomenler) Dünyası ise halen içinde yaşadığımız dünyadır ve bu dünyada nesneler ( Fenomenler ) vardır. Görünüşler dünyası, idealar dünyasının sadece bir kopyası, gölgesi, yansımasıdır. İdealar dünyasının bilgisi sadece akıl ile elde edilirken, görünüşler dünyasının bilgisi ise sadece duyu organları ile elde edilir. İşte burada Platon, Episteme ( Bilgi ) ve Doxa ( Sanı, Kanı ) ayrımına girer. Platon’a göre Doxa (Sanı) aldatıcıdır; çünkü duyu verileri kişiden kişiye değişen aldatıcı, göreceli bilgilerdir. İdealar dünyasının bilgisi ise akılla elde edildiği için doğru bilgidir. Bu nedenle Platon doğru bilginin kaynağının Akıl olduğunu düşünüyordu.
Platon, Doxa’nın konusu olarak tek tek varlıkları, Episteme’nin konusu olarak ise ideaları kabul eder. Bu yüzden Platon’a göre Doxa doğrudan duyular aracılığıyla elde edilirken, Episteme düşünce ile elde edilebilmektedir.
Doxa, görünüşler dünyasının bilgisidir fakat Platon fenomenlerin aslında İdelar Dünyasının bir yansıması olduğuna inandığı için Doxa aynı zamanda idealar dünyasından yansımış olan algı dünyasının da bilgisidir. Bu bilgi sadece duyularla edindiğimiz, yanıltıcı sanılarımızdır; var sandıklarımızdır. Böylece Platon kendi Epistemolojisini de Görünüşler Dünyası ve İdealar Dünyası olarak birbirinden ayırmış olur. Doxa, görünüşlerin yani fenomenlerin bilgisi olduğundan karşısına İdealar Dünyasının bilgisini temsil eden Episteme’yi koyar.
Daha sonraki yüzyıllarda ise bir şeye körü körüne inanmaktansa Rasyonalizm, Ampirizm, Sansüalizm, Septisizm, Kritisizm, Pozitivizim gibi yaklaşımlarla doğru bilgiye ulaşmanın birçok yolu ortaya konulmuştur.
