Marx’ın Felsefesini Anlamak

Sovyetler Birliği 1917 Rus devrimi sonrası Marx’ın ilkelerini yöntemsel açıdan pratiğe geçirmiş olan ilk devlettir. Daha sonra ise İkinci Dünya Savaşı henüz bitmeden; Almanya’nın doğusu, Polonya, Macaristan, Çekoslovakya, Romanya, Bulgaristan ve Yugoslavya yani Doğu Avrupa’nın büyük bir bölümü 1945’te yapılan Yalta ve Potsdam Konferansları sonrası Sovyetler Birliği’nin nüfuzu altına girmişti. 1949 yılına gelindiğinde ise Çin, komünist rejime geçtiğini açıkladı. Vietnam Savaşı sonrası Vietnam ve daha sonra ise Kore, komünist rejime geçtiklerini duyurdular. 1950’lerin başlangıcında neredeyse Avrupa’nın yarısı ve Asya’nın Büyük bir nüfusu komünist rejimle yönetiliyordu.

Bugün ise bildiğim kadarıyla dünyada komünist rejimle yönetilen (aslında bence komünist rejimle yönetildikleri sadece bir iddiadan ibaret olan) dört devlet bulunmaktadır. Bu devletler Çin, Kore, Vietnam ve Küba’dır. Dünyanın ikinci en büyük ekonomisine sahip olduğu söylenilen ve günümüzde kapitalist ekonominin pazarı haline dönüşmüş bir devlet olan Çin; bu durumuyla paradoksal olarak ne kadar komik olsa da hala dünyanın en büyük nüfusuna sahip olan komünist bir devlet olduğunu iddia etmektedir. Gerçi Çin’in bu saçma iddiasından daha çok günümüz dünyası Çin’in daha ne kadar süre Komünist bir devlet olduğunu iddia edeceğini daha çok merak ediyor. Çin’in hemen yanındaysa yine komünist rejimle yönetildiğini iddia eden Kuzey Kore ve Vietnam var. Bu iki devlet de bugün neredeyse Kapitalist ekonominin vazgeçilmez pazarları niteliğindedirler. Gezegenin diğer yarım küresinde ise sadece Küba komünist rejimle yönetilmektedir.

Bence bu noktada sorulması gerekli olan esas soru şudur; bugün dünyada komünist rejimle yönetildiğini iddia eden ülkeler gerçekten Marx’ın düşünceleriyle mi yönetilmektedir? Ya da Sovyetler Birliği geçmişte 1917 devriminden sonra Marx’ın eserlerinde anlattığı felsefesiyle mi yönetildi? Yoksa gerçek bir diktatörlükle mi? Bu soruların cevaplarına günümüz internet çağında birçok kaynaktan ulaşabiliriz ya da Alman düşünürü ve şairi Friedrich Schiller’in bir şiirinde söylediği gibi “Dünya Tarihi Dünyanın En Adil Mahkemesidir” sözüne dayanarak bu soruların cevaplarını Dünya Tarihine bırakabiliriz.

Ama gerçek olan bir şey var ki; Marx’ın ölümünün üzerinden 140 yıl geçmiş olmasına rağmen, her yıl yayınlanan “Bugüne kadar hakkında en fazla eser yazılan kişiler” listesinde, Marx hala yıllardır ilk sırada olan kişidir. Yani insanlık onu ve felsefesini hala merak ediyor, hala öğrenmek istiyor ve hala tartışmaya devam ediyor.

Birçok konuda konusunda uzman kişilerin konuşma yaptığı ve konuşmaların en fazla 18 dakikayla sınırlı olduğu “TEDxistanbul” konferanslarının birinde Sevgili Ece Temelkuran “İnsanlığın Büyük X’i” adlı bir konuşma gerçekleştirmişti. Bu konuşmanın tamamını YouTube’da bulabilirsiniz. Ben kesinlikle bu konuşamyı izlemenizi tavsiye ederim. Sevgili Ece Temelkuran yaptığı o konuşmanın bir yerinde şunları söylüyordu;

Vatikan’da Papa, Amerika’da Demokrat Parti aday adayı Bernie Sanders, arkasından dünyanın en zenginlerinden Bill Gates ve hatta Hollywood’da Brad Pitt ve en son Türkiye’deki iş dünyasının devlerinden Ali Koç, Sosyalizmden adlı adınca bahsettiğine göre artık benim de böyle bir sahnede Sosyalizm demem garip kaçmayacaktır. Oysa geçtiğimiz yüzyıl boyunca Kötülüğün Efendisi, Şeytanların en başı diyerek bu sözcükten hepimizi korkuttular. Sosyalizm hep böyle anıldı. Oysa, Sosyalizm çok basit bir şey. Söylüyorum; Rekabet yerine dayanışma, Hırs yerine yaşam coşkusu, Sahip olmak yerine olmak, Korku değil sevgi ama tabii en önemlisi, tek başına değil hep beraber.”

Ece Temelkuran’ın sözlerine kesinlikle katılıyorum. Çünkü Ece Temelkuran’ın yukarıda yapmış olduğu Sosyalizm tanımı ne 1917 sonrası Sovyetler Birliğinin ne Çin’in ne Vietnam’ın ne de Kore’nin Sosyalizmidir. Ece Temelkuran’ın yukarıda yapmış olduğu Sosyalizm tanımı kesinlikle Marx’ın gerçek felsefesidir. Peki, o zaman Marx gerçekten kitaplarında ne anlatıyordu? Bir ekonomi mi? Yeni bir dünya düzeni mi?

Öncelikle şunu bilmemizin gerekli olduğunu düşünüyorum; Marx her şeyden önce ciddi bir düşünür ve felsefe tarihinde çok önemli bir filozoftur. Ne Komünist düşünce sistemini o bulmuştur ne de Sosyalizm kavramını. Oysaki günümüzde hala Komünizm ve Sosyalizm kavramlarının Marx ve Engels ile başladığını düşünen bir kitle var. Oysaki “Komünizm” düşüncesi Fransızca bir kelime olup Marx’dan yıllar yıllar önce Fransa’da ortaya çıkmış olan, bilinen ve üzerinde tartışılan bir düşünceydi. Marx ve Engels den çok önce bu düşünceye inanan yüzlerce düşünce insanı vardı.

Marx asla Sosyalizmin kurucusu değildi; O, sadece Sosyalizm kavramını bilimsel bir temele oturtmuş olan kişidir. Immanuel Kant nasıl ki Transandantal Felsefesiyle Metafiziği oyunun dışına gönderdiyse Marx da Hegel’in ” Diyalektik İdealizm” kavramını baş aşağı çevirerek kendi “Diyalektik Materyalizm” felsefesini oluşturmuş ve Alman İdealizm Felsefesinin zirvesi olan Hegel’in İdealizm anlayışını sahneden indirmiştir.

Marx’ın felsefesini çok iyi bildiğimi iddia etmiyorum zaten bunu iddia etmem çok da komik olurdu. Ben sadece felsefeye merak duyan biri olarak ve hala felsefe okumaları yaparak sadece felsefe öğrenmeye çalışan birisiyim. Ama ne yazık ki görüyorum ki siyasi ya da ekonomik birçok konuda yapılan eleştirilerin geldiği son nokta materyalist düşünceyi suçlamakla bitiyor. Bundan üç, dört ay önce İstanbul Sözleşmesinin yoğun olarak tartışıldığı dönemlerde; televizyonda yayımlanan bir tartışma programında, konu İstanbul Sözleşmesi olmasına rağmen konuk gazeteci konuşmasını Marx’ın düşüncelerini eleştirerek bitirmişti. Çok şaşırmıştım.

Peki, gerçekten bu insanlar Marx’ı eleştirirken, 1818 yılında doğmuş ve sadece 65 yıl süren yaşamında felsefeye yeni bir bakış açısı getirmiş, yeni bir ekonomik sistem ortaya koymuş bu adamı gerçekten anlayarak mı eleştiriyorlar? Marx’ı anlamak bu kadar kolay mı?

O zaman gelin bir bakalım Marx’ı anlamak gerçekten kolay mıymış?

Marx’ı anlamak için belki de her şeyden önce şu meşhur “Hegel’in felsefesini anlamamak anlaşılır bir durumdur” sözünü bir kenara koyup uzun uzun Hegel okumaları yapmamız lazım diye düşünüyorum. Hegel’i ve onun o büyük felsefi külliyatını anlamak için ise önce, Alman İdealizm Felsefesinin Hegel’den önceki isimlerin yani Fichte, Schelling ve Kant’ın düşüncelerini anlamış olmamız gerekiyor. Hatta bence özellikle Kant’ın Ahlak Felsefesini anlamış olmamız çok önemli.

Eğer Fichte, Schelling ve Kant felsefelerini anlayabildiysek bu Leibniz düşüncesine onun Monadoloji Felsefesine hâkim olduğumuz anlamına geliyor ama bu kadarı da Marx’ı anlamamıza yetmiyor. Çünkü Leibniz’i anlamak için önce Spinoza, Descartes, Hobbes ve Locke’u hatta Bacon’ı da anlamış olmamız lazım. Tabii bir de arada Hegel’in felsefesini yerden yere vuran Arthur Schopenhauer ve onun “Yeterli Temel İlkesi”’ni ve “Dünya benim tasavvurumdur. Bu, yaşayan ve idrak eden her varlık için geçerli bir hakikattir” cümlesiyle ne anlatmak istediğini anlamış olmamız gerekiyor.

Bütün bu düşünürlerin fikirlerini anladıktan sonra şimdi tam olarak Marx’ı anladık diyebiliyor muyuz? Maalesef, yine olmuyor. Çünkü şimdi sırada önce Marx’ın da düşüncelerinden çok etkilendiği sonra ciddi olarak eleştirdiği Feuerbach var. Ama Marx Felsefesini tam olarak anladım demek için inanın bana bu da yetmiyor. Çünkü Marx’ı anlamak için bir de Marx sonrasına gitmemiz gerekiyor. Yani Plekhanov’u, Gramsci’yi, Lenin’i, Adorno’yu anlamamız lazım. Hatta ve hatta Proudhon’u, Bakunin’i tam anlamıyla anlamadıysanız Marx’ı anladım diyemiyorsunuz.

Hadi diyelim ki Proudhon’u da Bakunin’i de sular seller gibi anladık. Peki, o zaman Marx’ı anlamış oluyor muyuz? Üzgünüm ama maalesef; çünkü Marx 1841 yılında, akademik çevrelerin “Felsefi bilginin, teolojiye üstün olduğunu göstermek için ortaya koyulan cesur ve özgün bir eser” olarak yorumladığı “Demokritosçu ve Epikürcü Doğa Felsefeleri Arasında Fark” isimli doktora tezini yazmıştı. Yani Marx düşüncelerini öncelikle ilk materyalist filozof Demokritos üzerine kurmuştu. Yani şimdi sırada anlamamız gereken bir de koskocaman bir Antik Yunan Felsefesi var.

Bu arada unutmadan söylemeliyim ki tekrar en başa yani Hegel’e dönersek, ben başkasının yalancısıyım ama Hegel’in sonradan Marx’ı da ciddi anlamda etkilemiş olduğu “Zıtlık Felsefesini” oluştururken Mevlana’nın çok etkisinde kalmış olduğu söylenir. Yani Marx’ı anlamak istiyorsak sıraya son olarak Mevlâna Felsefesini de eklemeniz gerekiyor.

Kısacası Marx’ı anlamak demek sadece Marx’ı anlamak demek değildir. Belki de Marx’ı ve onun felsefesini bıkmadan eleştirenlerin bu kadar fazla saçmalamasının nedeni de budur.

Kaynakça: Kafası Karışmışlar İçin Marx – John Seed


Yorum bırakın