Felsefeden Sosyolojiye Küçük Bir Giriş

Diğer yazılarımızdan da hatırladığınız gibi felsefe Mezopotamya, Çin ve Mısır’daki medeniyetlerde pratik bir düşünce hareketi olarak başlamış ve hemen hemen aynı zamanlarda ise sistematik ve teorik bir düşünce olarak ilk kez Yunanistan’da başlamıştı.

Felsefenin başlangıcında sadece merak duygusu vardır. Felsefi düşüncenin en önemli dayanağı her zaman merak güdüsü olmuştur. Merak güdüsü bizi bilgiye götüren güdümüzdür. Aristoteles “Tüm insanlar, doğaları gereği bilmek ister” derken buradaki “Bilmek” eyleminde de merak güdüsü vardır.

Avusturyalı filozof Karl Popper insanın merak güdüsü ve özgür düşüncesinden hareket ederek Yunan felsefesinin ilk insanlardan farklı olarak içinde yaşadığı kültürel dünyadaki gelenek ve görenekleri, sahip oldukları bir gerçeklik olarak görmeyerek eleştiri özgürlüğü sayesinde incelemenin ilk olarak Sokrates ile başladığını söyler.

Felsefenin bir diğer dayanağı ise özgür düşüncedir. Eğer özgür düşünce olmasaydı belki de bizler ne bir felsefi düşünceye ne de uygar bir topluma ulaşabilirdik. Bence Jean-Paul Sartre da ” İnsan özgürdür. Hem sadece özgür de değil özgür olmak zorundadır” derken tam olarak bunu anlatmak istiyordu.

İnsanın çevresindeki olayları doğa yasalarıyla açıklamaya başlaması onun uygarlaşma yolunda attığı ilk adımı olmuştu. Antik Yunan Felsefesinde önce doğa filozofları sonra Sofistler ve daha sonra Sokrates, Platon ve Aristoteles dönemlerindeki tartışmalar Yunan felsefesinde logosu oluşturmuştur.

Logos ancak akılla gidilebilen bir yoldur. Mesela Platon’a göre insanlık gerçekliğe ve gerçekte var olan şeylerin bilgisine ancak akılla ulaşabilir. İnsan akıl sayesinde sadece bilgiye ulaşmamıştır; akıl insanlığı uygarlığa ve toplumsallaşmaya da götürmüştür. Çünku insan özünde topluluk halinde yaşamaya mecbur bir varlıktır. Aristoteles de “zoon politikon” kavramıyla “İnsan sosyal bir hayvandır” diyerek bunu anlatmak ister.

Topluluk halinde yaşayan insan bugüne kadar kentler, devletler, imparatorluklar kurmuştur. Fakat kurduğu toplumlar içinde toplumsallaşan insan, bu toplumsallaşma süreci içinde bir takım toplumsal sorunları da beraberinde getirmiştir.

İnsanlık bu sorunlara çözüm bulmak için yine akılcı yöntemlere başvurmuştur. Örneğin 19. Yüzyıl da ortaya çıkan Sosyoloji Bilimi; Sanayi Devrimi ve Fransız ihtilali sonrasında değişen Batı toplumlarının içine düştüğü karmaşanın yol açtığı  sorunlara çözüm bulmak amacıyla geliştirilmiş bir sosyal  bilimdir. Bu anlamda sosyoloji “modern sanayi toplumunu inceleyen bir araştırma disiplini” olarak da görülmektedir.

19. Yüzyılda modern toplum içinde ortaya çıkan sorunları çözmek amacıyla Modern Felsefenin ilkelerini değerlendirmeye çalışan pek çok isim olmuştur. Bu isimlerden en önemlileri Saint Simon ve Agust Comte’dur. Bu ikili oluşan bu toplumsal sorunlara çözüm bulmak için Sosyoloji Biliminin temellerini atmıştır. Daha sonra ise Karl Marx, Herbert Spencer, Ferdinand Tönnies, Emile Durkheim ve Max Weber gibi sosyologlar sosyolojinin gelişimine katkı sağlamışlardır.

Sosyolojinin kurucusu ve isim babası olduğu kabul edilen Agust Comte her zaman sosyolojinin pozitif bir bilim olması gerektiğine inanıyordu. Bu nedenle O, konuya pozitivist bir yöntemle yaklaşmıştır. Bu doğrultuda doğa bilimlerinin dünyayı açıklama yöntemlerini kullanarak benzer biçimde toplumun toplumsal yasalarını ortaya koymak istemiştir. Comte, ortaya koyduğu ünlü “Üç Hal Yasası” ile insanlığın teolojik, metafizik ve pozitivist aşamalardan geçerek toplumsallaşacağına söylemekteydi.

Marx öncesinde  sosyologlar topluma pozitivist veya evrimci bir bakış açısıyla yaklaşırken Karl Marx ise tarihsel materyalizm penceresinden bakarak konuyu açıklamaya çalışmıştır. Kapitalist toplum yapısını detaylı olarak araştıran Marx, toplumun gelişiminin ve toplumsallaşmanın sadece üretim ilişkileriyle belirlenebilir olduğunu görmüştür. Marx, Kapitalizmin toplumu sınıflara ayırdığını ve bunun da toplumsal sınıf çatışmalarına yol açtığını düşünüyordu. Marx ayrıca, gerçekliği belirleyen şeyin bilinç olmadığını düşünüyor ve toplumsal gerçekliğin insanların bilincini belirlediğine inanıyordu. Bu anlamda Marx’a göre insanların düşünme biçimleri, içinde bulundukları toplumsal ilişkiler tarafından belirlenmekteydi.

Biliyorum ki Sosyoloji burada yazdıklarımdan çok daha büyük bir yelpazeyi kapsıyor. Ve elbette ki bu yazımda Sosyoloji hakkında daha fazla detaya inerek önce Comte ve Durkheim’ın pozitivist yaklaşımını anlatıp oradan Marx’ın toplumsal yaklaşımını anlatmak çok daha yararlı olurdu fakat her zaman dediğim gibi benim buradaki yazılarım sadece genel kültür düzeyinde yazılar oldu ve olacak. O yüzden bu yazımızda kısaca, Sosyolojinin ne olduğunu, ne amaçla ve kimler tarafından ortaya çıkarıldığını anlatmak istedim.

Kaynakça:
Sosyoloji Öncesi ve Sonrası Toplum Teorileri – Arif Kala


Yorum bırakın