Tam olarak bilinmemekle birlikte, içinde yaşamımızı devam ettirdiğimiz evrenin yaşının 15 milyar yıl olduğu tahmin ediliyor. Bugüne kadar bulunan kanıtlar ise bize saf bir enerji bulutu olan büyük bir kütlenin “Big Bang” denilen büyük patlama sonrası uzayı ve maddeyi meydana getirdiğini söylüyor. Bu olaya “Big Bang Teorisi” deniliyor. Bu açıklama hala bir teori ama şimdiye kadar evrenin nasıl oluştuğunu açıklayan teoriler içinde en çok kabul edilen bir teori.
Big Bang denilen bu teori tüm evrenin ve tabii ki gezegenimizin içinde bulunduğu Güneş Sisteminin de bu büyük patlama sonrası oluştuğunu söylüyor. Geçmişten günümüze kadar insanlığın hikâyesini araştıran ve insan topluluklarının çeşitli yönlerini inceleyen Antropoloji ya da diğer adıyla İnsan Bilim ise insan soyunun anatomik olarak yaklaşık üç yüz bin yıl önce Afrika’da ortaya çıktığını, gelişen bilim ve teknoloji sonrası yapılan DNA testleri ve antropolojik bulgular ise günümüzden altmış bin yıl önce insanlığın Kuzey Afrika’dan tüm dünyaya yayıldığını söylüyor.
İnsanlığın bu büyük macerası yaklaşık olarak altmış bin yıl önce başlayan bir varoluş macerasıdır. Maceramızın başladığı yer ise yaşadığımız bu dünya… Eğer Leibniz haklıysa yani yaşadığımız bu dünya Onun dediği gibi “Mümkün Dünyaların En İyisi” ise bizler altmış bin yıldır bu “İyi” olan dünyada var olmaya devam ediyoruz. Var olmaya devam ediyoruz çünkü bizim varoluş hikayemiz tıppkı tüm insanlığın varoluş hikâyesi gibi henüz devam eden ve ancak ölümümüzle son bulacak bir hikâye.
İnsanın varoluşu hakkında düşünmeye başlaması sanırım “Varoluşçuluk Felsefesi”nin sistematik bir hale gelmesinden çok önce başlamıştır diye düşünüyorum. Çünkü “Varlık” ya da “Varoluş” kavramlarını düşünmek ve sorgulamak için insanın felsefi bir birikime ihtiyacı yoktur. Her insan zaman zaman; “Varlık Nedir?”, “Neden bu dünya geldik?”,” Varoluşumuzun amacı nedir” gibi soruları kendisine sormuştur. Çünkü bu sorular kendi içinde bir gizem ve merak taşır. Merak ettiğimiz soruların cevabını bulmak istememiz ise yaradılışımızın bir özelliğidir.
Varlık ve varoluş hakkındaki bu ve bunun gibi akıl yürütmeler 19. ve 20. yüzyıllarda Avrupa’da ortaya çıkan İkinci Dünya Savaşı sonrası en yüksek noktasına ulaşmıştır. Ve daha sonra “Varoluşçuluk” adıyla felsefi ve edebi bir hareket haline dönüşmüştür. Peki, Varoluşçuluk Felsefesi neden İkinci Dünya Savaşı sonrası büyüyerek gelişen bir hareket olmuş da daha önce ortaya çıımamıştır?
İkinci Dünya Savaşı bugüne kadar insanlığın gördüğü en kanlı savaş olatrak bilinir. Savaşın dehşetinin yanında toplama kamplarının insanlığın büyük bir utancı haline gelmesi, insanlarda varoluşun anlamı hakkında bir boşluk, büyük bir hiçlik hatta Varoluşçuluk felsefesinin en bilinen ismi Sartre’nin diliyle bir “saçmalık” duygusuna yol açmıştır. 1939 yılında askere alınarak İkinci Dünya Savaşına katılan 1940 yılında savaş esiri olan ve bu büyük savaşı tüm acı gerçekliğiyle yaşamış olan Jean- Paul Sartre için “Savaş” sadece bir saçmalıktır. Sartre, savaş bittikten hemen sonra 1945 yılında yayımladığı “Savaşın Sonu” adlı denemesinde;
“Bundan böyle bu biten savaşın ardından insanlık tarihini ve hatta muhtemelen dünyadaki bütün yaşamı toptan yok etmeye muktedir olduğumuz gerçeğini asla unutmamalıyız. Bunu asla unutmamalıyız çünkü bu dünyadan başka yaşayacak bir dünyamız yok” diyecektir.
Savaş sonrası oluşan bütün bu duygular daha sonra ki yıllarda; “Kaygı, can sıkıntısı, yabancılaşma, saçmalık, özgürlük, bağlılık, utanç, endişe” gibi kavram öbekleri üzerine konuşan, yazan, tartışan ve “Varoluşçular” adı altında toplanan birçok düşünürü bir araya getirmiştir.
Soren Kierkegaard, Friedrich Nietzsche, Dostoyevski ve Franz Kafka bugün varoluşçuluk akımının öncüleri olarak kabul edilir; ancak, daha sonraki yıllarda Karl Jaspers, Martin Heidegger ve daha sonra Jean-Paul Sartre, Albert Camus, Simone de Beauvoir ve Maurice Merleau-Ponty’nin çalışmalarıyla Varoluşçuluk Felsefesi sistematik bir hala bürünmüştür.

Varoluşçuluk, adından da anlaşılacağı gibi, varoluşla ve daha özel anlamda insanın varoluşuyla ilgili bir felsefedir. Varoluşçuluk Felsefesi seçimlerinden ve eylemlerinden sorumlu olan ve aynı zamanda düşünen, hisseden ve eyleme geçen özgür insanı anlatır.
20. yüzyıl filozoflarından Martin Heidegger’in tüm yaşamı boyunca belki de en büyük derdi “Varlık” kavramı olmuştur. Heidegger aslında yaptığı işin “Fenomenolojik Bir Ontoloji” olduğunu söyler. Ontolojik olarak anlamı unutulan varlık kavramına ulaşmanın tek yolunun ise “Dasein” olduğunu söylemiştir. Dasein, insanın ta kendisidir ve dünyadaki diğer varlıklar arasında kendi varlığını konu edinip, kendi varoluşunun anlamını düşünen tek varlıktır.
Martin Heidegger insanın ya da Dasein’ın var olmak üzere dünyaya fırlatılmış olduğunu düşünür. Evet, insan dünyaya fırlatılmış bir varlıktır. O, bu dünyaya kendi isteğiyle gelmemiştir. İnsanın varoluşu önceden belirlenmiş bir hikâyenin başlangıcı da değildir. Onun varoluşu zorunlu bir varoluştur. Ancak bu fırlatılmışlığın bir sonu vardır çünkü insan ebedi ve ezeli bir canlı değildir. İnsan ölümlüdür; bu yüzden bu fırlatılmışlık insanın ölümüyle nihayete erecek olan varoluşunun başlangıcıdır sadece…
“Dünyaya fırlatılmış olan insan var olmakla kendini imkânlarına doğru fırlatılmış olarak bulur. Önündeki bu imkânları gerçekleştirmek veya gerçekleştirmemek insana kalmıştır.” Çünkü insan kendi varoluşunu seçimleriyle yapar. Ve yaptığı bu seçimlerle kendini tamamlamaya çalışır.
İnsanın dünyaya fırlatılmış olduğunu düşünen bir diğer filozof; 20. yüzyılın en çok ses getiren felsefi akımlarından biri olan varoluşçuluğu kuramsal anlamda bir yaşam felsefesi haline getiren hem önemli bir düşünür hem önemli bir edebiyatçı ve hem de döneminin sorunlarıyla yakından ilgilenen bir eylem adamı olan Jena-Paul Sartre’dır.
Sartre, varoluş felsefesini oluştururken Kierkegaard, Heidegger ve Marksizmden oldukça etkilenmiştir. Ancak ne yazık ki hem Marksistler hem de Heidegger tarafından eleştirilmiştir. Sartre, felsefenin insanı eyleme yöneltmesi gerektiğine inanan bir düşünürdü. Bu nedenle Onun, kendi felsefesiyle insanı harekete geçirme çabası, varoluşçuluğu Marksizmle birleştirme çabasıdır. Ancak Marksistler onu burjuva felsefesi yapmakla suçlamışlar ve onun felsefesini insanları umutsuzluğa sürükleyen, insanı amaçlarından kopartan kötümser bir felsefe olarak eleştirmişlerdir. Ancak Sartre kendi felsefesine yapılan bu Marksist eleştirilere cevaben; “Marksçılık insanı, bir fikrin içine hapsederken, varoluşçuluk ise onu, her yerde aramaya koyulmuştur: Bulunduğu yerde, işinde, evinde, sokakta.” diyecektir.
Sartre, Varoluşçuluk Felsefesinin temel taşı haline getirdiği “var oluş özden önce gelir” fikriyle Varoluşçuluk Felsefesini sistemleştirmiştir. Sadece insan da vücut bulan “var oluş özden önce gelir” fikrini daha önce yazmış olduğum “Determinizmden Varoluşçuluğa Bulantı: Jean-Paul Sartre” adlı yazımda anlatmaya çalışmıştım. Jean-Paul Sartre, insanın bir eşya gibi tasarlandıktan sonra varoluşunu tamamlayan bir varlık olarak tanımlamaz. Aksine insan var olduktan sonra özünü yavaş yavaş meydana getiren bir canlıdır. Bu yüzden Sartre’a göre “İnsan tamamlanmamış bir varlıktır.” Çünkü ona göre, sadece eşya bir tasarım olarak zanaatçısı tarafından oluşturulur. Bu anlamda eşyada öz varoluştan önce gelir. Ancak insan ilk önce var olur daha sonra kendisini nasıl tasarımlıyorsa özünü kendisi oluşturur. İşte tam bu noktada devreye “özgür irade” kavramı girer. İnsan kendini var ederken, kendini tamamlarken özgür iradesini kullanarak yaptığı seçimlerle bunu gerçekleştirir. Bu yüzden özgürlük kavramı insan için asla bir seçenek değil bir zorunluluktur.
Çünkü insanın elinde onun varoluşundan itibaren sadece özgürlüğü vardır. İnsan kendi varoluşunu bu özgürlüğü sayesinde gerçekleştirir. Çünkü “doğuşunda o, ne iyidir ne kötü; ne bilgilidir ne bilgisiz, ne dürüsttür ne de suçlu.” bu durumda insanın elinde özgürlüğünden başka bir şey yoktur ve özgürlük onun için bir zorunluluktur. İşte Sartre’ın ünlü “Bulantı” dediği kavramı da bu noktada ortaya çıkar. İnsan bu dünyaya fırlatılmıştır. Bu yüzden insan seçimiyle sadece kendisinin ne olacağını seçmez aynı zamanda “bir yasa koyucu olarak bütün insanlığı seçer”. Birey seçimlerini yaparken ve kararlarını verirken tamamen yalnızdır. Bu ise ona derin bir sorumluluk yükler. Sartre’a göre, bu sorumluluk duygusu kişide iç sıkıntısı olarak kendisini gösterir işte bu bulantıdır.
Sartre’da “Bulantı” olarak ortaya çıkan varoluş endişesi, insanın temel probleminin kendi varoluşu olduğunu düşünen ve Varoluşçuluk Felsefesinin ilk düşünürü olarak kabul edilen Kierkegaard’da “Kaygı” olarak ortaya çıkar. Çünkü Kierkegaard’a göre kaygı bir belirsizlik durumudur ve gelecek her zaman belirsizlik içerdiğinden “Gelecek” düşüncesi insanı hep kaygılandırmıştır. Ve ne büyük bir ironidir ki gelmeyi seçmediğimiz bir dünya da kaygılar ve bulantılar içinde seçimler yaparak geleceğimizi şekillendiriyoruz.
Kaynakça:
Heidegger ve Sartre Felsefesinde “Kaygı” ve “Bulantı Kavramlarının Analizi – Haluk Aşar
Çağdaş Felsefe – Bedia Akarsu
Varoluşçuluk – Jean-Paul Sartre
