Arjantinli yazar Jorge Luis Borges, “Alçaklığın Evrensel Tarihi” adlı kitabında bir öykü anlatır. Öyküsünde çok eski yıllarda hüküm sürmüş ve haritacılığın bir sanat olarak kabul edildiği bir imparatorluktan bahseder. Bu imparatorlukta haritacılığa o kadar önem veriliyormuş ki tek bir eyaletin haritası neredeyse bütün bir kenti, imparatorluğun bütün topraklarının haritası ise neredeyse bütün bir eyaleti kaplıyormuş. Fakat zaman içerisinde bu imparatorlukta haritacılık o kadar çok gelişmiş ki bu ayrıntılı haritalar bile artık eksik bulunmaya başlanmış ve sonunda imparatorluğun en yetenekli haritacıları bir araya gelip birebir ölçekte bir imparatorluk haritası yapmayı başarmışlar. Bu öyle bir harita olmuş ki haritada gösterilen bir yer, noktası noktasına gerçeğiyle çakışıyormuş. Yani imparatorluğun tüm toprakları artık kocaman bir haritayla örtülüymüş. Ve böylece imparatorlukta yaşayan tüm insanlar yıllarca bütün bu gerçekliğin üstünü örten ve herkese gerçekmiş gibi görünen yeni bir gerçekliğin üzerinde yaşamaya başlamışlar; ta ki insanların haritacılığa olan ilgisi bitip, imparatorluğun tamamını kaplayan o büyük harita yağmurdan ve güneşten çürüyüp toprak oluncaya kadar…
Fransız düşünür ve sosyolog Jean Baudrillard ise “Simülakrlar ve Simülasyon” adlı kitabında “Hakikati gizleyen şey simülasyon değildir. Çünkü hakikat, hakikat olmadığını söylemektedir. Simülasyon hakikatin kendisidir.” diyerek yirmi birinci yüzyıl insanının içinde yaşadığı sahte gerçekliği anlatır.
Sizce de günümüzde yaşadıklarımız ya da aslında yaşadığımızı zannettiklerimiz gerçeklikten yoksun ama gerçeğinin bir modeli ya da tam anlamıyla bir simülasyonu değil mi?
İçinde yaşadığımız yüzyılın bu sahte gerçekliği bizi de içine öyle bir çekmiş olmalı ki farkında bile olmadan yaşadığımız gerçekliği yitirip sahte aşkların, yalancı sevgilerin, art niyetli duyguların içinde yüzüyoruz. Ve ne yazık ki içinde yaşadığımız bu sahteliklere o kadar alıştık ki artık hiçbiri bizi rahatsız etmiyor.
Peki, hayatımızdaki bize benzemeyen sahteliklerle yaşamaya biz ne zaman bu kadar alıştık? Ne zaman kabullendik de bu kadar sahteliği içimize sindirebildik? Farkında değil misiniz hayatımızda olan absürtlükleri artık ya görmezden geliyor ya da onları hemen normalleştiriyoruz. Bence bizlere artık eskiden nasıl olduğumuzu bile unuturdular. Hatırlıyor musunuz bilmem ama mesela bizler bir zamanlar hep güçsüzlerin hep ezilenin tarafındaydık. Eskiden hep kaybeden takımları tutmuyor muyduk? Şimdi ne oldu da gücü bu kadar sever olduk. Bence bu yüzyılda gerçekliği simülasyonla öyle bir yer değiştirdiler ki bizlere kendimizi hatırlamayı bile unutturdular.
M.Ö 7. Yüzyıllardan, Antik Yunandan kalma Delphi’deki Apollon Tapınağı’nın girişinde taşa yontulmuş “Kendini Bil” anlamına gelen Latince “Nosce Te İpsum” sözü yazılıdır. Bu sözün söylenmesinden yüzyıllar sonra ise 13. yüzyılda bu kez bizim topraklarımızda yaşamış iki büyük isim karşımıza çıkar. Birisi kendi yüzyılında yaşarken olgun ve erdemli bir insan olma yolunda gerekli olan özellikleri sıralayan; “Edep, korku, sabır, kanaat, utanmak, cömertlik ve ilim, insan olma yolunda önemlidir ama hepsinin üstünde Kendini bilmek, nefsini bilmek gelir” diyen Hacı Bektaş-ı Veli diğeri ise kendisinden yüzyıllar önce söylenen “Nosce Te İpsum” sözünün ne anlama geldiğini bilmeden hatta o sözü bile duymadan içselleştirmiş olan “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir” diyen Yunus…
“Nosce Te İpsum” sözü aslında felsefenin yüzyıllardır hakikate ulaşma çabasının özeti gibidir ve birçok felsefi düşüncede karşımıza çıkan bir sözdür. Hem Sokrates’in hem de Platon’un öğretilerinde görürüz bu sözü, Mezopotamya felsefesinde, Çin felsefesinde, Anadolu Tasavvuf felsefesinde de karşımıza çıkar. Antik Yunan düşüncesinden Ortaçağ Hristiyan felsefesine, Kabala’dan İslam tasavvufuna kadar pek çok mistik öğretide hatta simülasyon gerçekliğini gözümüze sokarak bizlere gösteren dünya sinemasında artık kült filmler içine girmiş olan Wachowski Kardeşlerin yazıp yönettiği “Matrix” filminde Neo’nun kâhini ziyarete gittiği sahnede mutfak kapısının üzerindeki duvarda da görürüz bu sözü.
Peki sizce yüzyıllardır hemen hemen tüm felsefi ekollerde önemli bir öğreti olan “Kendini Bil” sözünün yirmi birinci yüzyıl insanı için bir anlamı kaldı mı?
Kim bilir belki de “Simülasyon hakikatin kendisidir.” diyen Baudrillard haklıydı. Belki de içinde yaşadığımız bu simülasyona o kadar alıştık ki Jorge Luis Borges’in hikâyesinde anlattığı gibi bütün bu gerçekliğin üstünü örten, herkese gerçekmiş gibi görünen bu yeni gerçekliğin, üzerinde yaşamaya çalışan “kendimizi” bile unuttuk. Belki de o yüzden artık kaybeden takımlar umurumuzda bile değil; belki de o yüzden artık kendi yalnızlığımız bizi rahatsız etmiyor; birbirimizi sahte gülümsemelerle selamlamaya o kadar alıştık ki belki de o yüzden çevremizdeki sahteliklerin sahte olduklarını bilmemiz bile artık bizim için önemli değil. Aleksandr Soljenitsin’in dediği gibi;
“Yalan söylediklerini biliyoruz, Yalan söylediklerini biliyorlar, Yalan söylediklerini bildiğimizi biliyorlar, Yalan söylediklerini bildiğimizi bildiklerini biliyoruz, Ama hâlâ yalan söylüyorlar”
Ama bir simülasyonun içinde yaşıyor olmamızdan daha da önemlisi ne biliyor musunuz? Artık bunun bizi rahatsız etmiyor olması. Peki, ama neden?
Bu sorunun cevabı sizin için önemli değilse yazıyı burada okumayı bırakabilirsiniz çünkü ben, yazıyı tam bu noktadan daha uç bir noktaya götürmek istiyorum; Şizofreni…
Psikoloji Bilimi Şizofreni kavramını bireylerin gerçekliği anormal olarak yorumladıkları ve gerçek ile gerçek dışını birbirinden ayıramadıkları zihinsel bir bozukluk olarak tanımlıyor. Öyleyse yirmi birinci yüzyılın yaşantılarıyla, hissettirdikleriyle, duygularıyla büyük bir simülasyonda yaşayan ama içinde olduğu bu simülasyonu gerçek zanneden insanlığın, şizofren dünyasına hoş geldiniz… Acaba “Gizli Şeker” diye bir hastalık olduğu gibi “Gizli Şizofreni” diye bir hastalık da var mıdır? Bilmiyorum ama bence kesinlikle vardır gibi geliyor; yoksa çevremizde olan bu kadar absürtlüğü normalleştirebilmemizin başka bir açıklaması olamaz.
Çok basit bir soru soracağım. Lütfen dürüstçe cevap verin ve korkmayın verdiğiniz cevabı sizden başkası bilmeyecek. Sizce, “Nasılsın?” diye sorduğumuz insanlara gerçekten onların nasıl olduklarını merak ettiğimiz için mi soruyoruz? Bir de bunun soruya verilen cevap kısmı var tabii; peki ya onlar bize “iyiyim” dediğinde bu verilen cevabın soruyu geçiştirmek için bulunmuş çok zekice bir cevap olduğunun farkında mıyız?
Karşımızdaki insanların yaşantısı, hissettikleri, duyguları artık bizim için ne kadar önemli? Biliyor musunuz, bize öyle bir simülasyon yaşatıyorlar ki gerçekten önem verip bir arkadaşımıza onun derdiyle dertlendiğimizi söylesek şaşırarak suratımıza bakacak ya da korkup kaçacak o kadar çok insan var ki… Belki de artık korkmadan ve dürüstçe kendimize şu soruyu sormanın zamanı gelmiştir; Bize gerçeklik diye yutturulan etiyle kemiğiyle övündüğümüz hayatlarımızı sorgulayacak mıyız yoksa “miş” gibi yaptığımız hayatlarımıza bir süre daha devam edecek haritacılık sanatına olan ilginin bitip, haritacılığın unutulan bir sanat olmasını mı bekleyeceğiz?
