Bir gün hiç tanımadığınız bir kişi yanınıza gelse ve size “Bugüne kadar yaşadığın her şeyi ve bundan sonra yaşayacağın sana ait olan bu hayatı yeniden ve sayısız tekrarla bir daha ve bir daha yaşayacaksın. Yaşadığın bu hayata yeni bir şey eklenmeyecek ve sen de asla yeni bir şey ekleyemeyeceksin. Yaşadığın ve yaşayacağın tüm acıları, bütün mutlu anlarını, yaşadığın her saniyeyi küçük veya büyük her olayı aynı sırada ve aynı düzen içinde tekrar yaşayacaksın” dese mutlu olur muydunuz?
Yaşadığınız bu hayatın her saniyesini doğumunuzdan ölümünüze kadara aynı sıra ile yeniden yaşamak ister miydiniz? Bugüne kadar yaşadığınız hayatın hiçbir saniyesini bile değiştiremeden her şeyi yeniden yaşamaktan bahsediyorum.
Alman filozof Friedrich Nietzsche hayatının son dönemlerinde, hani şu Turin sokaklarında dolaşırken sahibinden dayak yiyen bir atı gördüğünde gözyaşları içinde koşarak ata sarılıp “Seni anlıyorum” diyerek atla birlikte yere yığılıp akıl hastanesine götürülmeden önceki hayatında “Bengi Dönüş” ya da “Sonsuz Dönüş” dediği felsefi bir düşünceyle yukarıdaki soruların cevaplarını bulmaya çalışmıştır.
Nietzsche’nin eserlerinde Bengi Dönüş düşüncesinin doğrudan doğruya bahsedildiği yerlerin sınırlı olduğunu görsek de bu düşüncenin en açık ifadesine onun “Şen Bilim” adlı eserinde rastlarız;
“Günün ya da gecenin birinde bir cin, sen yalnızlıkların yalnızlığında iken usulca yanına sokulup sana şunları söylese ne olurdu: “Şimdi yaşadığın, yaşamış olduğun yaşamı bir kez daha, sayısız kez daha yaşamak zorundasın. Bu yaşamlarda yeni hiçbir şey olmayacak; her acı, her sevinç, her düşünce her iç çekiş, yaşamındaki dile gelmeyecek ölçüde küçük ya da büyük her şey zorunlu olarak, tümden aynı sıra ile aynı düzen içinde sana geri gelecek- bu örümcek, ağaçlar arasındaki bu ay ışığı bile, bu an bile, ben kendim bile. Varoluşun bengi kum saati tekrar tekrar ters çevrilecek, sen ey toz tanesi, sen de onunla birlikte…“
Hadi gelin Nietzsche’nin bahsettiği şu gecenin birinde karşımıza çıkacak olan cinin bu gece karşımıza çıkacağını ve bize yaşadığımız bu hayatın tek bir saniyesini bile değiştiremeden defalarca yeniden yaşayacağımızı söylediğini düşünelim.
Eğer Nietzsche’nin bu yaramaz cini hayatımızın son anında yani biz tam son nefesimizi verirken karşımıza çıkarsa ve birazdan öleceğimizi ama öldükten sonra yeniden doğarak yaşadığımız bu hayatın hiçbir saniyesini değiştiremeden yeniden yaşayacağımızı söylerse artık son nefesimize bu kadar yakınken ve yaşayacak tek bir günümüz bile kalmadığından sanırım o an ilk aklımıza gelen şey pişmanlıklarımız olurdu; yaşarken yapmak isteyip de yapamadıklarımız. Ve eğer yapmak isteyip de yapamadıklarımız ya da yaşamak istemediğimiz ama yaşamak zorunda kaldığımız anlar yani fazlaysa o an bütün hayatımızın tek bir saniyesini bile değiştirmeden yeniden yaşayacak olmak bizi fazlasıyla kaygılandırabilirdi.
Fakat şu bizim yaramaz cin karşınıza çıktığında eğer o gün hayatınızın son günü değilse ve daha da yaşayacak çok uzun yıllarınız varsa eminim ki kendinizi şanslı hissederdiniz. Çünkü artık yaşadığınız bu hayatı aynı sırayla yeniden yaşayacağınızı bildiğiniz için geriye kalan hayatınızda yapacağınız seçimleri daha dikkatli yapar ve hayatınızın bundan sonraki her dakikasını daha mutlu geçirmeye çalışırdınız. Pişmanlıkların olmadığı bir hayatı binlerce defa yeniden yaşamayı eminim ki herkes kabul ederdi.
Nietzsche ise bu kabullenişin ancak hayatımıza kocaman bir “Evet” diyebilmekle mümkün olduğuna inanıyordu. İşte, bu kocaman bir evet diyebilmenin adı “Amor Fati”dir. Latince bir deyim olan bu kelime “kaderini sev” ya da “kaderine evet de” anlamına gelir.
Nietzsche’nin ünlü Amor Fati felsefesi, “Hayatının her saniyesini mutluluk için çabalayarak geçirme onun yerine her saniyeden zevk almaya çalış” demektir. Eğer yaşadığın şey acıysa o acıyı da sevebilmenin felsefesidir.
Amor Fati; Kendimize ait olan hayatı büyük bir resim olarak görebilme ve gördüğümüz resim ne olursa olsun o resmi koşulsuz sevebilme cesaretidir.
İşte bu felsefeyi hayatımız her nasıl olursa olsun sonuna kadar kabul ettiğimizde Nietzsche’nin O meşhur cini biz son nefesimizi verdiğimizde de karşımıza çıksa yaşadığımız hayatı tüm pişmanlıklarıyla, acılarıyla kabul ettiğimizden dolayı aynı hayatı yeniden yaşamak bize acı vermezdi. İşte bu Amor Fati felsefesidir.
Amor Fati; iyi ve kötü başa gelen her şeyin kabul edilmesi; geçmişe ya da geleceğe takılıp kalmadan bugünü olduğu gibi koşulsuz sevmektir. Amor Fati acılarımızın, gözyaşlarımızın, pişmanlıklarımızın ve tabii ki hatalarımızın tamamını varoluşumuza katkı sağladığı ve bugünkü biz olabilmemize neden olduğu için sevmemiz gerektiğini anlatan bir felsefedir.
Nietzsche “İnsanlığın iyiliği için bulduğum formüldür Amor Fati” cümlesiyle açıklar felsefesinin güzelliğini.
Unutmayalım ki hayat bize yaptığımız seçimlerle geliyor ve gelirken de önümüze durmadan seçenekler koymaya devam ediyor. Biz ise hayatın önümüze getirdiği seçeneklerden birini seçerek ya da hiçbirini seçmeyerek (ki önümüze gelen seçeneklerden hiçbirini seçmemenin de bir seçim olduğunu düşünürsek seçmesek de seçiyoruzdur aslında) yaptığımız seçimlerle kendi varoluşumuzu tamamlıyoruz ölene kadar… Ama ne yazık ki seçimlerimizi yaparken yaptığımız seçimlerin sonuçlarını hiçbir zaman tam olarak bilemiyoruz. Bu yüzden çoğu zaman düşünüp duruyoruz “acaba diğerini seçseydim ne olurdu” diye. İşte Nietzsche’nin Amor Fati felsefesi seçimlerimizden dolayı bizi sonu gelmeyen kaygılara iten bu kısır döngüye karşı “Hayatımı olduğu gibi kucaklıyorum, onu ve seçimlerimi seviyorum.” diyebilmemizi sağlıyor.
Çünkü Amor Fati asla “kaderine razı ol” demek değildir; bu yüzden Amor Fati asla bir teslimiyetçilik bir kabulleniş de değildir. Aksine kaderimizi sahiplenme özgürlüğüdür. Değiştiremediklerimizi, hayatın bize sunduğu acı tatlı tüm halleri sevmek, onları kabul etmektir. Ve bu felsefeyi tam olarak anladığınızda Nietzsche’nin cini son nefesinizde de yanınıza gelse, siz kocaman bir “Evet” diyerek yaşadığınız hayatı sorgulamadan yeniden aynı hayatı yaşamayı işte tam da bu nedenle kabul edersiniz.
Son olarak Amor Fati felsefesini anlatmaya çalıştığım yazımı bu felsefeyi anlatmanın ve anlamanın belki de en iyi yollarından biri olan Nietzsche’nin o ünlü “Kaderini sev, belki seninki en iyisidir.” hikayesiyle bitirmek istiyorum.
Bir gün deniz kıyısında ihtiyar bir taşçı büyük bir kayayı yontmaktadır. Hava çok sıcaktır. Güneş ortalığı kasıp kavurmaktadır. O sıcakta güneşin altında kayayı yontan ihtiyar başını çevirir ve sırtını yakan güneşe bakar; gökyüzünde ihtişamla duran güneşin gücüne hayran kalır “keşke güneş olsaydım” diye geçirir ve Tanrı kabul eder bu isteği “Ol” der Tanrı ve ihtiyar taşçı güneş oluverir. Fakat bir süre sonra bulutlar gelir örter güneşi. Güneş olan ihtiyar taşçı bu kez de buluta imrenir, bulut olmak ister. “Ol” der Tanrı yine, bulut olur. Ve bir rüzgar alır götürür bulutu, rüzgar ne yöne eserse bulut oraya sürüklenir. Bu kez rüzgarın gücüne hayran kalır ihtiyar taşçı ve rüzgar olmak ister. Bu dileği de kabul olur “Ol” der Tanrı ve rüzgâr oluverir ihtiyar; Her yöne esmeye başlar. Ormanda fırtına olur, kasırga olur denizde. Her şey karşısında eğilince hayran olur kendi gücüne. Tam keyfi yerindeyken koca bir kayaya rastlar. Oradan eser, buradan eser; kaya bana mısın demez! Ve evet bildiniz, Tanrı, kaya olmasına da izin verir. Artık O, rüzgara karşı dimdik ve güçlü duran bir kayadır; bir deniz kıyısında kocaman güçlü bir kaya…
Güçlüdür güçlü olmasına ama sırtında bir acı vardır.
İhtiyar bir taşçı, kayayı yontmaktadır.
Hayatınızı sevin çünkü belki de sizinki en iyisidir…
