“Dünya Benim Tasavvurumdur”

Bir kalemi elinizde tuttuğunuzda elinizde o an varolan şeyin kalem olduğunu mu düşünüyorsunuz yoksa varolan sadece kalemi tutan eliniz ya da kalemi gören gözünüz mü?

Doğduğumuz günden beri çevremizdeki şeyleri sadece deneyimlerimizle tanıyor ve duyu organlarımızdan aldığımız verilerle onların bilgisine ulaşabiliyoruz. Bizim dünya hakkındaki bilgimiz sadece duyu organlarımızın bize ilettiği verilerden ibaret.

Bilgiye sadece deneyimle ulaştığımıza inanan, bilginin kaynağının deneyim olduğunu söyleyen bu düşünce akımı Deneycilik, Empirizm veya Ampirizm olarak bilinir. Deneyci görüşe göre insan zihninde doğuştan bir bilgi yoktur. İnsan zihni, bu nedenle boş bir levha ( Tabula Rasa ) gibidir.  Deneyciliğin karşıt düşüncesi ise Rasyonalizmdir.

Kant yüzyıllar önce bu iki zıt düşünceyi yani Rasyonalizm ve Ampirizmi “Saf Aklın Eleştirisi” adlı başyapıtıyla dünyayı “Fenomenal Dünya” ve “Numenal Dünya” olarak ikiye ayırdığında ortak bir noktada birleştirme çabasındaydı.

Kant’a göre bizler nesneleri ancak bir Mekân yani Uzay içinde ve bir Zaman kavramı üzerinde deneyimlemekteyiz. Uzay, bana nesneleri yan yana, üst üste ya da arka arkaya görmemi sağlarken Zaman ise nesneleri art arda görmemi sağlayandır. Kant bu düşünceden hareketle; eğer ben nesneleri sadece uzay ve zaman içinde görebiliyorsam ya da diğer bir deyişle nesneler bana uzay ve zaman içinde göründükleri şekilleriyle görünüyorsa o halde nesnelerin uzaysız, kendi başına halleri de olabilir düşüncesiyle nesnelerin uzaysız, kendi başına olabilecek olan hallerine “Kendinde Şey” diğer ismiyle “Numen”, Uzay ve Zaman içinde gördüğümüz ve deneyimlediğimiz hallerine ise “Fenomen” demiştir.

Kant’ın “Kendinde Şey” dediği bu düşüncesi Schopenhauer’ın başyapıtı olan “İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya” kitabının ilk cümlesi olan “Dünya benim tasavvurumdur” cümlesiyle doruğa tırmanır.

Ancak Schopenhauer kendi felsefi düşüncesini Kant felsefesini referans göstererek oluştursa da dünyanın öznenin bir tasavvuru olduğu fikrini, Kant’ın “Kendinde Şey” kavramından daha çok Berkeley’in “Var olmak algılanmaktır” düşüncesiyle açıklamıştır.  

Berkeley, “varolmak algılanmaktır – Esse Est Percipi -” derken bir şeyin ancak algılandığı zaman var olduğu fikrini ileri sürmüştür.

Bizler, bize dünyayı algılama kapasitelerimiz içinde gösteren duyusal araçlara sahip olan canlılarız ve ancak bu duyusal araçlarımız sayesinde dünyanın bilgisine ulaşabilmekteyiz. Bu nedenle belki de dünyayı gerçekte olduğu gibi göremiyoruz. Gerçekte olduğu gibi göremiyor muyuz? Nasıl yani?

Hadi gelin bir örnek verelim;  Ben bir ağacın ne olduğunu bilemem. Benim bildiğim sadece ağacın gözlerime kendisini nasıl sunduğudur. Yani onun gövdesinin ya da yaprağının rengini gözlerime nasıl sunduğu ya da gövdesine dokunduğumda gövdesinin sertliğini ellerime nasıl sunduğudur. Ağaç hakkında bilgim onun benim duyu organlarıma sunduklarından ibarettir. Çünkü bilgi sadece özne ile nesne arasındaki bir ilişkinin sonucudur.

Bizler her şeyi uzay ve zaman çerçevesi içinde gördüğümüzden ve gördüğümüz şeylerin bilgisi de ancak duyu organlılarımızın bize ulaştırdığı veriler olduğundan duyu organlarımızın bizlere gösterdiğine inanmak zorundayız. Nesnelerin gerçekte nasıl olduğunu görmek için kendi duyularımızın dışına çıkamıyorsak duyu organlarımıza inanmaktan başka çaremiz de yoktur. İşte bu nedenle Schopenhauer; “Dünya benim tasavvurumdur” diyecektir.

Az önce bilgi sadece özne ile nesne arasındaki bir ilişkinin sonucudur demiştik o halde dünya hakkında bir bilgimizin olabilmesi için özne ile yani kendimiz ile nesne arasında bir ilişki olmak zorundadır. Bu ilişkide Özne dediğimiz varlık, bilen ve bilgiyi sürdüren; Nesne ise uzay ve zamanın içinde varlığını sürdürendir. Bu nedenle özne uzay zaman olmadan nesne hakkında bir bilgi sahibi olamaz sadece uzay ve zaman içindeki nesnenin bilgisine sahip olabilir. Bu da zaten Kant’ın transandantal felsefesinde öznenin sahip olduğu bilgi Fenomenin bilgisidir yani Fenomenal dünyanın bilgisidir dediği şeydir.

Schopenhauer kendi felsefesinde Kant dışında Descartes’a da büyük önem atfeden biriydi. Çünkü Descartes,“Cogito Ergo Sum” ile düşünen özneyi felsefe için başlangıç noktası yapmıştır. Bu Ortaçağ karanlığından çıkan felsefi dünya için çok önemli bir adım olmuştur. Descartes ile birlikte özne felsefenin başına geçmiştir.

Schopenhauer’da özneye büyük önem veriyor ve özneden bağımsız bir varoluşu düşünemiyordu. Oysa İdealizm düşüncesi bugüne kadar var olan her şeyin akla bağlı olduğunu iddia ediyordu. Bu noktada felsefi dünyanın karşısına deneycilik açısından bir tartışma çıkıyordu; Nesnenin tasarlanan bir şey mi yoksa tasarımdan bağımsız olarak mı var olduğu tartışması…

Schopenhauer bu tartışmayı açıklayabilmek için Descartes’in öznesini ve Kant’ın “Kendinde Şey” düşüncesini bir basamak daha ileri taşıyarak özneyi düşüncede bile nesneden ayıramayacağımızı söyleyecektir. Çünkü Ona göre öznenin nesne olmadan, nesnenin de özne olmadan hiçbir anlamı yoktur. Hatta öznenin son bulduğu yerde nesne de yok olur.

Senin var olman, olsa olsa, benim tarafımdan algılanmış olman demektir. Senin var olduğun yer benim tasavvurumdur. Dolayısıyla, ben senin varlığının ilk koşuluyum” diyen Schopenhauer dünyayı öznenin bir tasavvuru olarak görüyor uzay ve zaman kalıpları içinde varlığına devam eden nesnenin, onu algılayan bir öznenin varlığı olmadığı sürece nesnenin de bir öneminin olmadığını düşünüyordu.

Aşık Veysel ne diyordu?

Güzelliğin on par’ etmez
Bu bendeki âşk olmasa
Eğlenecek yer bulamaz
Gönlümdeki köşk olmasa


Yorum bırakın