Feodalite ve Feodalizm

Ortaçağda evrenin merkezinde Tanrı vardı. Tanrı evreni yaratmış ve insanı yarattığı evrenin tam ortasına yerleştirmişti. Yarattığı her şeyi insan için yaratmış olan Tanrı tüm doğayı ve doğada olan her şeyi insanın emrine vermişti. Tanrı her şeyi insanın emrine vermişti vermesine ama Tanrı merkezli toplumun topraktan başka üretim aracı yoktu. İnsan yaşamak için toprağa bağımlıydı. Ve toprağın feodalite isminde bir sahibi vardı.

Vasal (Korunan), Süzeren (Koruyan) ilişkisinin yaşandığı ve Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra güçlü ulusal monarşilerin yani ulus devletlerinin ortaya çıkmasına kadar olan sürenin adıdır Feodalite. Yaklaşık olarak 5. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar sürmüştür

Feodalizm, kapitalizm öncesinde toprak sahiplerinin egemenliğine dayanan bir toplum düzenidir. Ortaçağ tarihi, feodal rejimin, yani feodal sosyo-ekonomik oluşumun tarihidir aslında. Feodal toplum feodalizm öncesi asırlarca devam etmiş olan köleci toplumun son bulmasıyla doğmuştur. Feodalizmin gelmesiyle köleci toplum ortadan kalkmıştır kalkmasına ama köle emeğinin yerine bu kez serf emeği geçmiştir. Çünkü toprağa sahip olan toprak sahipleri tarıma bağımlı olan toplumu serf emeği olmadan yönetememektedir.

Toprak hem feodalite döneminde hem de feodalite öncesi toplumda yaşamak için bir geçim kaynağıydı. Tarımın ortaya çıkmasıyla birlikte tarım faaliyetine başlayan insanlık tarımsal üretim fazlasını depolamaya başlayınca yerleşik düzene geçmişti. Hayvanları ise hem besininden hem de gücünden yararlanmak için evcilleştiren insanoğlu onlara da kendi evlerinin yanında barınaklar kurdu. Böylece avcılık ve toplayıcılık döneminden gelen ekonomik faaliyetlere tarım toplumunda hayvancılık da katıldı. Tarım faaliyetleri ilerledikçe insanlar daha fazla ürün almak için daha verimli topraklara göç etmeye başladılar böylece tarım toplumunun sonucu olarak kırsal alan yerleşimleri yani köyler oluştu.

Ortaçağda feodal toplum üç sınıftan oluşuyordu; Birinci zümre, görevi Tanrının şanını yüceltmek olan dua edenlerdi; arkasından, zayıfları dış güçlerden savunmak ve tanrısal barışı yaşadıkları topraklarda sürdürmekle yükümlü savaşanlar geliyordu ve son olarak, bu iki zümreden oluşan egemen sınıfın altında köylüler vardı. Server Tanilli’nin dediği gibi; “Köylüler Tanrısal plana göre, emekleriyle, duadan ve savaştan anlayanların geçimini sağlamakla yükümlüydüler

Askerler bağlı oldukları toplumu koruyordu; dua edenler yani ruhban sınıfı dua ediyordu, peki ya üreten sınıf nasıl çalışıyordu? Fabrikada ya da atölyede mi? Hayır, daha sanayi devrimine çok vardı. Henüz buhar gücü bulunmamıştı. Buhar gücü bilim ve teknoloji gelişince ortaya çıkacak sonra fabrikalar kurulacaktı ama henüz insanlık hala toprağa bağımlıydı bu da feodalite demekti.

Karl Marx ne diyordu; “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihidir” O halde diyebiliriz ki bütün toplumlarda olduğu gibi feodalite öncesinde de feodal toplumlarda da sınıflar vardı. Bu sınıfların oluşmasının yegâne sebebi de feodal toplumların başlıca üretim aracı olan topraktı. Toprağın mülkiyeti feodal beylerin elindeydi bu nedenle egemen sınıf feodaliteydi. Daha önceki yazımızda Marx’dan alıntı yaparak “Alt yapı üst yapıyı belirler” demiştik. Feodal toplumlarda da durum değişmiyordu alt yapıya hâkim olan yani ekonomiye yani toprağa hâkim olan feodal, toplumsal hayattaki hiyerarşiyi de belirleyen kesimdi.

Kral ülkenin tek sahibiydi toprakların sahibi ise feodal beylerdi. Ortaçağda Batı ve Orta Avrupa’nın çiftlik arazilerinin büyük kısmı “malikane” (Manor) denilen bölgelere bölünmüştü. Bu malikaneler birkaç ev, ekilebilir ve ekilmeyen sadece otlak olarak kullanılan birkaç yüz dönüm araziden oluşuyordu. Her malikane arazisinin bir beyi vardı ve her beyin bir toprağı. Bu yüzden feodal dönem için, “topraksız bey, beysiz toprak olmaz” denirdi.

Feodal beyin malikanesinin olduğu toprak üzerinde verimli ve ekilebilir büyük bir arazi bulunurdu. Ekilebilir arazinin üçte biri kadarı toprağın sahibi olan beye aitti; bu bölüme “Demesne” denirdi. Demesne’den geriye kalan toprak, o toprakta çalışan kiracılara aitti. Tüm ekilebilir toprak parçası kiracılar arasında eşit olarak bölümlere ayrılmış ekilebilir tarlalardı. Her kiracı sadece üç parça tarlaya sahip olabiliyordu. Bu tarlaların ikisine dönüşümlü olarak buğday ve arpa ekilir diğer boşta kalan ise bir sonraki dönem ekilmek için nadasa bırakılırdı. Fakat kiracılar sadece kendi topraklarını ekmezlerdi, aynı zamanda malikane sahibinin yani Lordun toprağında da çalışmak zorundaydılar. Feodalite köleci toplumdan sonra gelen toplumsal düzendir demiştik. Tarlada çalışan kiracılar yani köylüler bir köle miydi? Hayır, onlara “Serf” deniliyordu. Serf Latince “köle” anlamını taşıyan “Servus” tan gelme bir kelimedir.

Toprakta çalışan Serfler de kendi arasında sınıflara ayrılmıştı.  Sürekli olarak Lordun evinin yakınında yaşayan tüm yaşamı boyunca Lord’ın evine bağlı kalan ve her zaman onun tarlalarında çalışan “Demesne” serfleri vardı. Köyün en verimsiz bölümünde iki üç dönümlük toprakları olan, “Bordar” denilen serfler vardı. Hiçbir toprağı olmayıp sadece bir kulübede (Cottage) ailesiyle birlikte yaşayıp boğaz tokluğuna çalışan “Cotter“lar vardı. Bunların hepsi Serf olarak anılırdı ve özgür değillerdi.

Bir de kişisel ve ekonomik özgürlükleri diğer Serflere göre biraz daha geniş olan serbest köylüler (Villein) vardı. Bunlar kendi işleri dışında başka iş yapmazlardı yani Lord, aklına estiği gibi Villeinlere yeni görevler yükleyemezdi. Hatta bu serbest köylüler içinde bazı serbest köylüler vardı ki neredeyse özgür insanlar kadar rahatlardı. Kendi tarlaları dışında Lordun toprağının bir kısmını da kiralayabilirlerdi fakat her Villein’in böyle bir imkânı yoktu. Son olarak Lordlara karşı hiçbir hizmet yükümlülüğü olmayan sadece Lorda vergi ödeyen özgür insanlar vardı. Yani feodal toplum Lortlar, Özgür İnsanlar, Serbest Köylüler ve Serflerden oluşuyordu.

Peki, toprağın gerçek sahibi Lord muydu? Tabii ki hayır; O sadece toprağın kullanım hakkına sahipti. Lord bu meşrutiyetini bir Konttan, Kont bir Dükden, Dük ise Kraldan alıyordu. Feodalizmde hiyerarşik düzenin sahibi, her şeyin de sahibi olan Kraldı.

Ortaçağın bu sınıfsal yapısı içinde en alt tabakada olan kesim yani boğaz tokluğuna çalışan köle köylüler nüfusun çoğunluğunu oluşturuyordu. Her dönemde olduğu gibi nüfusun çoğunluğu çalışıyor azınlığın ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. Fakat bir süre sonra alt kesimi oluşturan köle köylülerin nüfusu oldukça fazla artınca bu nüfustan hayata dair olumsuz sesler çıkmaya başladı. Toplumun en üstünde oturan aristokrat ve ruhban sınıfı yani soylular ve dua edenler alt tabakadan gelmeye başlayan bu olumsuz seslerden rahatsız olmaya başladılar. İşte 11. Yüzyılda başlayan Haçlı Seferlerinin gerçek nedeni de alt tabakadan yükselen bu olumsuz seslerdir. Sistemin düzgün devam edebilmesi için bu seslerin azalması gerekiyordu. Çare Haçlı Seferleri olacaktı. Kilise ve Kral alt tabakadaki halkı Haçlı Seferlerine gönderebilmek için bu seferlere katılanlara Cennet’ten Köşk tapusu vereceklerini ayrıca bugüne kadarki bütün günahlarının sildiğini beyan eden bir belge vereceklerini söylediler. Kilisenin Haçlı Seferlerine katılanlara verdiği bu muhteşem belgeye Endüljans Belgesi deniliyordu.

Hıristiyanlarca kutsal sayılan Hz. İsa’nın doğum yeri olan Kudüs, 7. Yüzyıldan beri Müslümanların elinde bulunuyordu. 11. Yüzyılda on binlerce Avrupalı ellerinde Endüljans Belgeleriyle denizden ve karadan giderek Kutsal Ülkeyi Müslümanlardan kurtarmak için yola çıktı. İşte Avrupa’da yaşayan Hristiyanların bu kutsal yerleri Müslümanlardan almak için giriştikleri bu seferlere Haçlı Seferleri denir. Haçlı seferleri 1096 ile 1270 yılları arasında yapılmış ve toplamda sekiz Haçlı seferi olmuştur.

Burjuva Sınıfı Doğuyor

Her Haçlı Seferi sonunda evlerine geri dönebilen Haçlılar orada gördükleri farklı yiyecek ve giyecekleri beraberinde getirdiler hatta birçoğu bu ürünlerin üretimini öğrenerek evlerine geri döndü. Avrupa Haçlı Seferleri sonunda doğudan gelen bu ürünlerle yeni tanışmaya başladı ve onlara olan talep bir pazar yarattı. Böylece Haçlı Seferlerinden dönen insanlar beraberinde getirdikleri ürünlerin üretimini yapmaya başladılar. Haçlı Seferlerine giderken feodalizmin en son tabakası olan bu topraksız köylüler artık doğudan getirdikleri yeni ve cazip ürünlerin üretimini yapan insanlara dönüşmüşlerdi. Böylece Avrupa’da üretim yapan bir tüccar sınıfı oluşmaya başladı. Sanayi Devrimine doğru yolculuk böylece başlamış oldu.

Kaynakça:

Felsefe Tarihi & Thales’ten Baudrillard’a – Ahmet Cevizci 

Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla – Leo Huberman 


Yorum bırakın