İnsan gençken değil de yaş aldıkça ölüm kavramını daha fazla sorgulamaya başlıyor. Sanırım çevresinde kaybettiği insanlar fazlalaştıkça yani ölümle daha sık yüzleşmeye başladıkça bu duygunun içine daha çok giriyor.
Ölüm… Belki de hayatımızdaki en gerçek olan mutlak gerçeklik. Yaşayan canlı bir varlığın her ne şekilde olursa olsun hayati faaliyetlerinin bir daha geri gelmemek üzere sona ermesi. Nasıl ki karanlık ışığın yokluğu ise, ölüm de yaşayan bir canlı için artık hayatın olmama hali ve her canlı için mutlak ve değişmez bir gerçek.
İnsan, bütün canlılar içinde ölümle yok olup bitecek bir varoluşa sahip olduğunu bilen; bir gün mutlaka öleceğini bildiği bir dünyada, ölüme rağmen, ölüme doğru yaşayan tek canlıdır. Bu yüzden o; ölümü bilen, anlayan ve sorgulayandır.
Sorgulayan insan, hayatındaki birçok kavram gibi ölüm kavramını da felsefe tarihinin temel sorunsal kavramlarından birisi haline getirmiştir. Söz konusu kavram bugüne kadar felsefenin birçok öğretisinde farklı düşünürler tarafından farklı şekillerde ele alınmıştır.
İnsanın sadece bilinç ve bedenden oluştuğunu söyleyen materyalist felsefe dışındaki hemen hemen tüm öğretiler bizlerin ruh ve bedenden oluştuğunu söyler ve ruhun ölümsüzlüğüne inanır. Ama insanoğlu ölümsüz bir ruhu olduğuna inansa da kendisinin ölümlü olduğunu bilen insan için “ölüm” hala soğuk ve bilinmeyen bir gerçek olmaya devam etmiştir.
Goethe işte tam da bu nedenden dolayı ünlü eseri Faust’ta Şeytana yani Mephisto’ya şu cümleyi söyletmiştir:
“Neden bu amaçsız yaratılış; yok olacaksa eğer bir gün her yaratılmış?”
Gerçekten de bir gün mutlaka öleceğimizi bildiğimiz bir dünyada yaşarken ölümle yok olup bitecek bir varoluşu nasıl kolaylıkla kabul edebiliyoruz?
Ben kendi adıma Goethe’nin şakacı Mephisto’suna hak vermektense felsefi ekoller içinde Varoluşçu Felsefenin ölüme bakış açısını, en başından ölümü kabullenişini güzel hatta umutlu buluyorum.
Varoluşçu yaklaşıma göre, insan, yaşayan değil aksine ölen bir varlıktır. Yani bizim dünyadaki yolculuğumuz yaşama doğru değil ölüme doğru bir yolculuktur. Varoluşçuluk ölümü en başından kabul eder fakat onun bu kabullenişi olumlu bir kabulleniştir. Ölümün bir bitişe değil bir yaşama sevincine dönüştüğü bir kabulleniş.
Sizce de sonlu insana, içindeki o muazzam yaşama sevincini veren şey bir gün mutlaka öleceğini bilmesi; ölüm gerçeğini doğduğu günden beri bilerek yaşaması değil de nedir? Ölüm gerçeğinin bize verdiği en büyük hediye; “Madem ki bir gün öleceğim o halde neden dolu dolu yaşamayayım ki” düşüncesi değil midir?
Ünlü Varoluşçu Jean Paul Sartre “insan tamamlanmamış bir varlıktır” diyordu. Çünkü ona göre varoluş özden önce geliyordu. Yani önce insan var oluyor ondan sonra yavaş yavaş, yaşadıkça tamamlanıp belirleniyor ve özünü ortaya çıkartıyordu. İşte bu yüzdendir ki “Sen neysen o değilsin, aslında ne değilsen osun” düşüncesi varoluşçuluğun özetidir.
Hayat, biz yaşamaya devam ederken her an her şeyi bize sunabilir. O halde şu an da ne olduğumuzun bir önemi var mı? Unutma ki sen bilen ve ne bildiğinin bilincinde olan bu dünyadaki tek varlıksın. Varoluşçuluğa göre sen henüz tamamlanmamış bir canlısın ve bu özünü tamamlama sürecei her an özünü değiştirerek ölene kadar devam edecek olan bir süreç. İşte tam da bu nedenden dolayı insan sonlu olduğunun da bilincinde değil midir?
Immanuel Kant “Bilgi deneyimdir” diyordu. Ona göre bilgi, zihimize iki kaynaktan geliyor ve birleşerek oluşuyordu. Kant’a göre bilgi; duyu organlarımıza dış dünyadan gelen veriler ve aklın bu verilere uyguladığı işlemin bir çıktısıydı. Kant bu işleme “Transendental Estetik” diyordu.
Peki eğer Kant haklıysa ki artık haklı olduğunu biliyoruz; her şeyi deneyimleyerek bildiğimiz bu dünyada ölümü de deneyimleyerek mi biliyoruz? Hala yaşıyorken ve henüz ölümü deneyimlemediğimize göre o halde biz ölüm gerçeğini nereden öğrendik?
Bir gün ölümü deneyimleyeceğiz bu kesin, ama kesin olan bir şey daha var ki asla deneyimlediğimizin bilincinde olmayacağız çünkü öldüğümüz zaman bir bilincimiz olmayacak.
Bu dünyada her gün çeşitli nedenlerden birileri ölüyor. Bizler ise ölümden sadece haberdar oluyoruz çünkü bugüne kadar ölüm her zaman bizim dışımızda gerçekleşen bir şey oldu. Elbette bir gün biz de öleceğiz ama ölüm bize gelene kadar bizim dışımızda olan bir faaliyet olmaya devam edecek ancak bu “Bütün insanlar ölür” önermesinin bizim için de doğru olduğu gerçeğini değiştirmeyecek. Çünkü kimse bizim yerimize ölmeyecek.
Bir gün öleceğimizi bilmemiz ve bu endişe verici olan ölüm duygusu, Helenistik Felsefenin önemli düşünürlerinden birisi olan Epikuros için gereksiz bir duygu olmuştur. Çünkü O; “Ölüm geldiğinde ben burada olmayacağım. Ölüm bana geldiğinde ise ölümü deneyimlesem bile deneyimlediğimin bilincinde olmayacağım öyleyse ne diye ölümden korkayım ki?” diye düşünüyordu. Bu yüzden “Ben varken ölüm yoktur; ölüm olduğunda ise ben var olmayacağıma göre ölümden korkmak gereksizdir” diyordu.
Benzer şekilde Wittgenstein da ölümün, insan yaşamına ait bir olay olmadığını çünkü insanın yaşarken ölümü deneyimleyemeyeceğini ve bu yüzden ölümün aslında yaşanmayacağını ifade eder. Çünkü deneyimlemediğimiz ve deneyimlemeyeceğimiz bir şey bizim için zaten yok hükmündedir.
Varoluşçu Sartre ise benzer bir ifadeyle; “Ölüm her zaman benim öznelliğimin ötesinde olacağı için öznelliğim içinde ölüm kavramı asla yer bulamaz” demiştir.
Ölüm kavramının daha çok insan bilinci gözönüne alınarak incelendiğini 19. yüzyıl felsefesine geldiğimizde görürüz. Özellikle Hegel felsefesinde kendisinin bilincinde olan insanın ölümlü olduğunu bilmesi ve ölümü kabullenmesi ölüm düşüncesinin ilk kaynağı olarak görülmüştür. Hegel idealizmine göre tinsel olan varlık sonludur ve sonlu olmak zorundadır. İnsandan aşkın olan dünya ise insandan bağımsızdır, insana bağımlı değildir. Yani doğa insan olsa da olmasa da vardır ve var olacaktır. Hegel’e göre insan ise bunun tam tersidir “dünyaya fırlatılmış” olan insan kendini uzay zaman içinde dünyada bulduğundan itibaren dünyaya bağımlıdır ve bağımlı olmak zorundadır.
Varoluşçular ise ölüme ve hayat dair, İdealist Hegel’den farklı düşünüyordu. Onlar, birgün öleceğini bilen ve dünyaya gelmeye kendisi karar vermemiş olan insanın ne için yaşaması gerektiğinin ya da yaşamaya neden devam etmesi gerektiğinin cevabını aramışlardır. Zaten Varoluşçuluk, bütünüyle var olma sorununu insan olma sorunu olarak algılamıştır bu nedenle Hegel idealizmindeki gibi soyut ve metafiziksel kavramlarla değil sadece dünyada var olanla ilgilenmişlerdir.
Daha önceki yazılarımdan da bildiğiniz gibi Varoluşçu felsefenin temelini atan kişi 19. yüzyılda varoluşçuluk felsefesinin babası sayılan Soren Kierkegaard olmuştur. Kierkegaard’ın felsefesi aslında Hegel felsefesinin bir eleştirisidir. O, Hegel’in mutlak idealizminin insanın varoluşsal problemlerine bir katkı sağlamadığını düşünüyordu. Kierkegaard’dan sonra gelen Varoluşçular ise 20. yüzyılda yaşanan savaşların yol açtığı toplumsal bunalımlar sonucu felsefelerini insana ve onun varoluşsal problemlerine çevirmişlerdir. İki büyük dünya savaşı sonrası aşırı milliyetçi, ırkçı ve sömürgeci kapitalist düşünceler sonrası insani değerlerini yitiren insanların bunalımları karşısında varoluşçu filozoflar felsefelerini insana ve insanın yaşamsal sorunlarına yöneltmek zorunda kalmıştır.
Varoluşçu filozoflar içinde özellikle Jean Paul Sartre ve Albert Camus varoluşçuluğu dindar bir Hristiyan olan Soren Kierkegaard gibi görmeyip ölüm, özgürlük ve kaygı kavramları çevresinde irdelemişlerdir.
Sartre ve Camus ölüm kavramını sadece insanın zihninde olan bir kavram olarak görüyordu. Evet ölümün karşı konulamaz bir gerçekliği vardı ama onlar için ölüm kavramı insanın sadece zihninde yaşadığı bir kavramdı. Bu yüzden onlar ölüm kavramını, birgün mutlaka öleceğini bilen insanı engelleyen, hayattan uzaklaştıran bir kavram olmaktan öte aksine yaşama tutunmanın en önemli dayanağı olarak görüyorlardı. Onlar için ölümü bilen ama hiç ölmeyecek gibi yaşayan insan yaşadığı her an hayattan zevk alması gereken insandı. Ölümün varlığı sadece insanın bu dünyadaki zamanının sınırlı olduğunu bilmesini sağlayan bir bilgiydi, bu bilgi bilinçli insan için onu yaşama bağlayan en güçlü motivasyondan başka bir şey olmamalıydı.
Bu yüzden Albert Camus, ölümü sorguladığı ünlü eseri “Yabancı” kitabının kahramanı Meursault’a idamla yüz yüzeyken şunları söyletir:
“Ölmem kaçınılmazmış! Başkalarından önce ölecektim, su götürür yanı yoktu bunun. Ama herkes bilir ki, hayat yaşamaya değmez. Aslına bakarsanız, insan ha otuzunda ölmüş ha yetmişinde, pek önemli değildi. Çünkü, her iki halde de, pek doğal ki, başka erkekler de, başka kadınlar da yaşayacaklardı, hem de binlerce yıl. Sözün kısası, hiçbir şey böylesine açık değildi. Şimdi de olsa, yirmi yıl sonra da olsa yine bendim ölecek olan.”
