“Nitelik” deyip duruyor silindir şapkalı, koca burunlu, aksi mi aksi bir ihtiyar. Nedir ki nitelik? diye soracak oluyorum. Zamanını satarak hayatta kalanlarla zamanı satın alarak hayat bulanlar arasındaki farktır diyor.”
Prof.Dr. ÇETİN BALANUYE
Yazıya başlamadan önce gelin hep beraber şunu kabul edelim; bizler maddenin ve maddiyatın ön planda olduğu bir dünyaya doğduk. Ve hiçbirimiz bu maddesel dünyaya kendi isteğimizle gelmedik; tıpkı bizler gibi kendi özgür iradesiyle bu dünyaya gelmeyen iki insanın yani anne ve babamızın ortak bir kararı sonucu dünyaya gelen insanlarız; hatta bazılarımız için ortak bir karar bile verilmedi.
Kendi isteğimizle gelmediğimiz bu dünyada yaşarken, bu dünyanın bizlere dayattığı yazılı ya da yazılı olmayan bazı zorunlulukları ve kuralları da kabul ederek yaşıyoruz. İşin tuhafı dünyanın bizlere dayattığı bu kurallar oluşturulurken hiç kimse bize fikrimizi de sormadı. Çünkü yaşarken uymamız gerekli olan bu kuralları bizlerden çok önce yaşamış olan insanlar getirdiler. Bizler ise bu kuralların birçoğunu çok normal, birçoğunu ise çok anlamsız bulsak da tıpkı bizlere yapıldığı gibi bizden sonra gelen insanlara bu kuralları öğretmeye ve uygulatmaya devam ettik.
Mesela barınmak, yemek, içmek, giyinmek, uyumak, korunmak, sevişmek, sevilmek bu dünyanın yaşama dair bazı zorunlu kuralları. “Hadi canım saçmalama sevişmek zorunlu kural olur mu?” demeyin. Abraham Maslow diye bir bilim adamı 1943 yılında belirlemiş bu kuralları. “Maslow Teorisi” veya “Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi” diye biliniyor. İnsanlık için önemli bir teori.
Maslow, gereksinimlerimizi şu şekilde kategorize etmiş;
- Fizyolojik gereksinimler (nefes almak, besin, yemek, su, cinsellik, uyku, boşaltım)
- Güvenlik gereksinimi (beden, iş, kaynak, ahlak, aile, sağlık ve mülkiyet güvenliği)
- Ait olma, sevgi, sevecenlik gereksinimi (arkadaşlık, aile, cinsel mahremiyet)
- Saygınlık gereksinimi (özsaygı, özgüven, başarı, başkaları tarafından saygı duyulmak)
- Kendini gerçekleştirme gereksinimi (erdemli, yaratıcı, içten, problem çözücü, önyargısız olmak)
Bu beş maddelik zorunlu gereksinimlerimizin her birinin tek tek olduğu kadar sırası da çok önemli. Mesela Birinci Maddeyi tam anlamıyla yapmadan Dördüncü Maddeyi yapamıyorsunuz gerçi yapmanızın da bir anlamı kalmıyor desek daha doğru olacak. Aslına bakarsanız “yapmak” eylemi bence bu maddeler içinde sadece Birinci Maddeyi karşılıyor. Bana göre Birinci Madde dışındaki geriye kalan tüm maddeleri karşılayan eylem “elde etmek” olmalı.
Mesela Birinci Maddedeki fizyolojik gereksinmelerden birisi olan nefes alıyor olmanız Dördüncü Maddedeki özgüveni elde edeceğiniz anlamına gelmiyor ya da su içebiliyor olmamız birilerinin bize saygı duyacağı anlamına da gelmiyor.
Yazıya başlarken, giriş cümlesinde ne demiştik; “Gelin önce bir şeyi kabul edelim” demiştik. “Bu dünya maddenin ve maddiyatın ön planda olduğu bir dünya”; İşte “zurnanın zırt dediği yer” de tam olarak burası. Bu dünya bizler daha dünyaya gelmeden önce birileri tarafından efsunlu bir kelimeyle efsunlanmış. Kelimenin efsunu dünyayı öyle bir sarıp sarmalamış ki bu dünyadaki her şeyin temeli oluvermiş.
Efsunlu kelimemiz “Mülkiyet” yani zurnanın zırt dediği yer; Bu kelimenin efsunu ise Maslow’un Birinci Maddesi dışındaki diğer tüm maddeleri bizlere altın bir tepside sunan o muhteşem gücü.
Peki, Mülkiyet Nedir?
Öncelikle kelime anlamı olarak Mülkiyet; Bir nesne üzerindeki hakların en büyüğü anlamına geliyor. Mülkiyet sahibi olan kişi üzerinde mülkiyet hakkı olduğu nesneyi “kullanma”, ondan “yararlanma” ve onunla ilgili her türlü “tasarrufta bulunma” yetkisini sahip oluyor.
“Mülkiyet Nedir?”; Aynı zamanda, içinde insanın suratına tokat gibi çarpan cümleler barındıran Fransız kuramcı Pierre-Joseph Proudhon tarafından 1840 yılında yazılmış bir kitabın adı. Proudhon’un “Mülkiyet Nedir?” adlı bu kitabını okumayı bitirdiğinizde önce biraz sersemliyor sonra kendinize geldiğinizde ister istemez düşünmeye başlıyorsunuz.
Kitap “Mülkiyet hırsızlıktır” cümlesiyle başlıyor ve devam ediyor;
”Mülkiyet bir insanın bir şeyden yararlanmak hakkından çok, başkalarını bu şeyden menetmek hakkıdır.” diyor.
”İnsanların, başkaları üzerinde ezici üstünlük kuracağı şeylere sahip olmaya hakkı yoktur. Toplum tarafından kullanılan ve işletilen, topluluğun yararına olan bir şeyin bütününe sahip olmaya hakkı yoktur.” diyor
“Bir dilim ekmek yemek için somun pişiren, ahırda uyuyabilmek için saray inşa eden, paçavra giyebilmek için zengin kumaşlar diken insan özgür değildir.” diyor
Mülkiyet kavramının efsunu da buradan kaynaklanıyor zaten.
On sekizinci yüzyıl Aydınlanmacı düşünürlerinden birisi olan Jean-Jacques Rousseau konuyla alakalı olarak bakın ne diyor;
“Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “Burası benimdir” diyen ve buna inanacak kadar saf olan insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun ilk kurucusu oldu. O zaman biri çıkıp, çitleri söküp atsaydı sonra da insanlara “Sakın dinlemeyin bu sahtekârı. Meyveler herkesindir. Toprak hiç kimsenin değildir. Ve bunu unutursanız mahvolursunuz” diye haykırsaydı, işte o adam, insan türünü, nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden kurtaracaktı.” İşte size mülkiyet kavramına farklı bir bakış açısı.
Jean-Jacques Rousseau böyle düşünse de günümüz dünyasında hala her insanın yaşamak için Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki maddelere ihtiyacı var. Ama maalesef bir bedel ödemeden bu maddeleri elde etmek ne yazık ki imkânsız.
Mesela yaşamak için barınmanız gerekiyor. Barınmak için ise üstümüzde bir çatıya gereksinimimiz var. Ve dünyanın yazılı olan bir kuralı diyor ki o çatının altında uyuyabilmeniz için ya o çatının bütün mülkiyetine sahip olacaksınız ya da onun bir aylık, bir haftalık, bir günlük ya da bir uykuluk bedelini mülkiyet sahibine ödeyeceksiniz.
Mesela yaşamak için sağlıklı olmanız gerekiyor. Sağlık için ise ilaç, hastane ve doktora ihtiyacınız var. Ve yine dünyanın yazılı olan bir diğer kuralı diyor ki sağlık hizmetinin mülkiyetine sahip olabilmeniz için bedelini ödemeniz lazım. Evet, özel ya da özel olmayan bir sağlık sigortası içinde bir bedel ödemeniz gerekiyor.
Peki ya, Maslow’un ihtiyaçlarından özsaygı, özgüven, başarı, başkaları tarafından saygı duyulmak gibi ruhumuza ve psikolojimize iyi gelen duygusal ihtiyaçlarımız? Ne yazık ki bu yüzyılda onlara da bedelini ödediğiniz taktirde sahip olabiliyorsunuz.
Hadi gelin şimdi bu bedelin ne olduğunun cevabını verelim…
Tabii ki önce sözlük anlamı; “Bir devlet tarafından bastırılan ve ülke içinde ödeme aracı olarak kullanılan, üzerinde saymaca değeri yazılı, kâğıt ya da metal nesne.” yirmi birinci yüzyılda yaşayan birisi olarak bunun ne olduğunu bilmeyeniniz yoktur diye düşünüyorum.
Para; “Mülkiyet” gibi efsunlu bir kelimeyi çok uzun bir zamandan beri bizlere kazandıran nesne. Ve ne yazık ki her şeyin olduğu gibi paranın da bir mülkiyeti var ve o mülkiyetin de bir bedeli.
Bazı insanlar daha doğar doğmaz paranın mülkiyetine sahip olurlar ve bu sahipliklerinden dolayı bir bedel de ödemezler; çünkü onların ödeyeceği bedeli zaten ataları onların adına ödemiştir. İşte bu mirastır.
Bazı insanlar ise paranın mülkiyetine sahip olmak için belli bir yaştan sonra bedel ödemeye başlarlar; ödedikleri bedelin adı zamandır. Kendilerine ait olan zamanlarını bir başkasına satarak karşılığında parayı satın alırlar. İşte bunun adı da emektir.
Kendilerine ait olan zamanları bir başkasına satmak…
Dünyada insanlar her açıdan ikiye ayrılır; iyi olanlar, kötü olanlar; zengin olanlar, fakir olanlar; eğitimli olanlar, eğitimsiz olanlar; dürüst olanlar, yalancı olanlar bu örnekleri daha da artırmak mümkün ama yazımızın konusu olan insanlar zamanlarını satarak hayatlarına devam edenlerle; zaman satın alarak hayat kuranlar hakkında.
Bu dünyada geri getiremediğimiz ve bu yüzden belki de en değerli olan şey “zaman” kavramı. Bu yüzden neredeyse on sekizinci yüzyıldan bu yana bizleri “Zamanlarını Satanlar” ve “Zaman Satın Alanlar” olarak iki ayırdılar.
Bu maddesel dünyada maddesel olan her şey zamanla alakalı. Ömrümüzün bile zamanla ilgili ciddi bir bağlantısı var. Ömür dediğimiz iki zaman arasında geçen bir süre. Ve biz her şeyi bu iki aralıkta yapıyoruz. Bu nedenle bu dünyada hiçbir şeyimiz para etmese bile zamanımızın parasal olarak bir karşılığı var. Çünkü madde zamanın içinde yok olurken yine zamanın içinde yaratılıyor. İşte tam da bu nedenden dolayı zamanı satın alanlar, zamanlarını satanlardan bedelini ödeyerek satın aldıkları zamanları kendi zamanlarına ekleyerek belli bir zaman aralığında yapacakları şeylerden daha fazlasını yapıyorlar. İşte bu da zenginlik demek.
Zamanlarını satanlar ise satacak daha değerli şeyleri olmadığı için ve her şeyin olduğu gibi zamanında bir mülkiyeti olduğundan mülkiyetine sahip oldukları kendi zamanlarını, zamanı satın alanlara satarak, sattıkları zamanlarına karşılık parayı satın alıyorlar.
Sonra mı? Sonrası inanın bana çok daha ilginç.
Çünkü zamanlarını satanlar, zamanlarını satarak kazandıkları paralarla barınmak, beslenmek, korunmak, eğitim almak, sağlık hizmeti edinmek için yine zamanı satın alanların kapısına gitmek zorunda kalıyorlar. Çünkü Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinin mülkiyeti zamanı satın alanların elinde.
Zamanlarını satanlar işte bunu fark ettiklerinde “Zamanını satarak hayatta kalanlarla zamanı satın alarak hayat bulanlar arasındaki” farkı anlayacaklardır.
