Edmund Husserl: Fenomenoloji, İndirgeme ve Epoche

Natüralizm ya da doğalcılık; felsefe, sanat ve edebiyatla, hayata ve daha genelinde dünyaya doğayı temel alan bir düşünce yapısıyla yaklaşan bir akımdır. Natüralizm dünyanın doğal yasalarla işleyen bir düzeni olduğuna inanır. Doğadaki bu yasalar sayesinde gözlem ve deneye dayalı bilimler doğa ile ilgili her alanda doğru bilgiye ulaşırlar. Felsefi natüralizme ait ilk düşünce ve varsayımlara ise Sokrates’ten önceki İyonya’lı filozofların eserlerinde rastlanır. Felsefi düşüncenin başlangıcı kabul edilen Thales tabiat olaylarını doğaüstü nedenlere girmeksizin açıklayan ilk filozoflardandır.

Natüralistin gördüğü tek şey doğa ve en başta fiziki doğadır. Natüralist için dünyada var olan her şey doğanın içindedir ve hepsi de sadece doğanın bütünlüğüne aittir. Natüralizm doğanın içindeki her şey derken sadece fiziki nesneleri değil bilinci, ideleri ve onlarla birlikte bütün mutlak idealleri ve normları da doğallaştırır. Bu nedenle natüralistler tam anlamıyla idealist ve nesnelcidir.

Natüralizmin bu idealist tavrını, fenomenoloji yöntemini kullanarak eleştiren ve yirminci yüzyılın ünlü felsefi akımlarından birisi olan “Fenomenoloji” nin de kurucusu sayılan ilk düşünür Edmund Husserl olmuştur.

Bilimin amacı insanın kendisini ve çevresini anlamasını sağlamaktır. Oysa Husserl’e göre, modern bilim bu amacından uzaklaşmıştır; insana, topluma ve kültüre yabancılaşmıştır. Hem doğa hem de insan bilimleri, doğru bilgiye ulaşmak amacı içinde, özne ve nesne ilişkisi olarak tanımlanan bilginin, nesne kısmına ağırlık vermiş, özneyi unutmuştur. Bu yüzden Husserl’in Fenomenoloji yöntemi tekrar felsefenin insana dönme çabasıdır.

Husserl, hiçbir aracı kullanmadan kesin olan hakikatlere ulaşmak istiyordu. Daha önceki yazılarımızdan biliyorsunuz ki Modern Felsefenin başlangıcı sayılan Descartes’da içindeki şüphe hissiyle her şeyden şüphe duyarak kendi varlığının gerçekliğine “düşünüyorum o halde varım” cümlesiyle ulaşmıştı. Husserl, bunu kendisinden önce yapmaya çalışan Descartes için şöyle demiştir: “O, bütün keşiflerin en büyüğünün eşiğinde durmakla birlikte keşfinin asıl anlamını kavrayamamış ve dolayısıyla hakiki transendental felsefeye geçememiştir” Husserl kendisinin felsefi yöntemi olan fenomenolojik indirgemeyle bu eşiği geçtiğine inanıyordu. Husserl, bu eşiği geçebilmek için Descartes’ın şüphesinin mümkün olduğunca genişletilmesi gerektiğini söylüyordu. Ona göre Descartes, şüphe etmiş fakat şüphesinin sonuna varmamıştı. Husserl’e göre eğer Descartes bu şüphesinin sonuna varabilseydi bulacağı ilk gerçeklik “cogito ergo sum‟ değil “ego cogito cogitatum‟ yani “düşündüm” olacaktı. Çünkü Husserl her bilinç ediminin bir yönelim olduğunu, bir seçim olduğunu düşünüyor ve her seçimin de bir nesnesi olduğunu söylüyordu.

Husserl’in kendi felsefesinde yapmak istediği tek şey bilgiye yeni bir temel bulmaktı; yani mantığın, epistemolojinin, metafiziğin ötesinde felsefeyi temellendirmek istiyordu. Çünkü O, Felsefenin diğer bütün bilimlerin temeli olduğunu düşünüyor ve her şeyden önce, felsefeyi tabanı olmayan önyargılarından kurtarıp ayakları yere basan bir sistem haline getirmek istiyordu.  Fakat felsefe kesin bir bilim haline gelmedikçe bu hedefine hiçbir zaman ulaşamayacaktı.

Husserl, Natüralizmin doğaya yaklaşımındaki bu bilimsel tavrının felsefeyi istenilen noktaya yani gerçeğin olduğu noktaya götürmeyeceğini düşünüyordu. Husserl için insan psişik bir varlıktı. Bu nedenle O, doğa bilimlerinin nesnesi olan diğer fiziksel varlıkların aksine insanın deneylenebilir bir varlık olduğunu düşünmüyordu. Husserl’e göre İnsan Psişik bir fenomendi bu nedenle onun doğası natüralizmle açıklanamazdı.

Husserl natüralizmin, dünyayı doğa olaylarıyla açıklayabildiğini, dünyanın akışını hesaplayabildiğini düşünüyor ama yine de bu gerçeklerin dünyayı anlamak için yeterli olmadığını söylüyordu. Çünkü Ona göre insan öncelikle bilinçli bir varlıktı. Bu yüzden çalışmalarının başlangıcının bilinç olması gerektiği düşünmüş ve yöntem olarak fenomenolojiyi seçmiştir. Fenomenoloji Onun için bir felsefe dizgesi değil, sadece bir yöntemdir; bu yöntem de özü görüleme, özlüğe geri gitme, saf bilince indirgemedir. Yani nesnelerin saf olan haline ulaşmak.

Husserl, yöntemine öncelikle fenomenolojinin giriş kapısı olarak değerlendirdiği “İndirgeme” ve “Epoche” kavramlarıyla başlar. Husserl için amaç o ilk başlangıcı bulmaktır. Başlangıçları bulmak için ise yapılması gerekli olan ilk şey şeylerin kendilerine gitmektir. Bu da ancak fenomenolojiyle mümkündür. Husserl bunu yapabilmek için öncelikle “İndirgeme” ve “Epoche” olarak adlandırdığı iki kavrama başvurur. Husserl bununla evrende bulunan varlıkların saf özünü algılamaya çalışacaktır.

Husserl tıpkı Descartes’in her şeyden şüphe ettiği gibi mutlak gerçekliğe ulaşmak ve bilgiyi apaçık bir hale getirmek için, bugüne kadar doğanın varlığına ilişkin bilimsel veya bilim öncesi öne sürülen tüm iddiaların dışında kalmak ister. Husserl bu dışarda kalmayı “doğal tavır almak” olarak tanımlar. Bu ne anlama gelir?

Hepimiz içine doğduğumuz ve içinde yaşadığımız bu dünyada gündelik hayatımız içinde doğal ve olağan davranışlarda bulunuruz.  İşte bu dünyaya karşı “doğal tavır alma”dır. Bizdeki bu sıradan tavır ise dünyanın apaçık varolduğuna ilişkin sarsılmaz güvenimizden kaynaklanır.

“Doğal tavır alma”, etrafımızda yer alan nesneleri olduğu gibi görmektir; Husserl’e göre nesnelerin “özüne ulaşabilmek için “doğal tavır alma” ilk şarttır. Doğal tavır alma dünya ile ilgili her türlü yargımızdan uzak durmaktır.

Husserl’e göre bu davranışımız dünyanın varlığını ya da dünyada olduğunu bildiğimiz her şeyi “ayraç içine almak”, “parantez içine sokmak”, dünyanın varlığına ilişkin “yargılarımızı unutmak” yani “Epoche” durumuna geçebilmektir. “Epoche” etrafımızdaki her şey, her ne ise o olarak kalmaya devam ederken onu hakkındaki tüm yargılarımızdan bağımızı koparmaktır.

Husserl, Epoche’yi yani parantez içine almayı üçe ayırır;

1. Tarihle İlgili Epoche: Bu Epoche ile günlük yaşamla ilgili olan, toplumsal çevremizle ilgili olan, bilim, din, kültür, edebiyat yolu ile nesneler üzerinde edindiğimiz bütün görüşleri, kanıları, kuramları bir yana atmak onları parantez içine almaktır. Yani bildiğimiz her şeyi parantez içine alarak önyargılarımızdan tamimiyle arınmaktır.

2. Varoluşla İlgili Epoche: İncelediğimiz nesnelerin gerçekten varolup olmadığını da bir yana bırakmaktır. Ama bu, bir dış dünyanın, varoluşunu yadsıma, ondan kuşku duyma anlamına gelmez; bu yalnızca, dış dünyanın varoluşunu ve dahası, kendi ben’imizin bile varoluşunu bir yana bırakma, yalnızca yöntem gereği bir yargıda bulunmama sadece bir sırt çevirme demektir.

3. İde’lerle İlgili Epoche: Bu düşünülebilen en büyük bir tutum değiştirmeyi bizden isteyen bir ayraç içine almadır. Uzay ve zaman içinde gördüğümüz nesnede bulunan her şeyi ayraç içine almaktır.

Bu Epocheler indirgeme yöntemiyle birleşince bizi şeylerin kendilerine, özlerine yani onların “mutlak belirlilik alanına” ulaşmamızı sağlar. Dünyanın apaçık varlığından bütünüyle vazgeçmek, bu varlığı işe karıştırmadan, dışarıda bırakmak, kullanmamak, söz konusu varlığı paranteze almaktır.

Ama biz bunu yapsak da biliriz ki Epoche gerçekleşse bile dünya halen oradadır, bizlerde halen dünyanın içinde yaşamaktayızdır ve dünyanın varlığı da asla değişmeden karşımızda dimdik durmaktadır; değişen sadece bizdeki anlamıdır. Bu gerçekleştiğinde bizim ilgimiz artık nesnelerin kendilerine değil, onların bize görünümlerine yönelir. Ve o an da her şeyin aslında bilincin nesneleri olduklarının ayırdına varırız. Ayırdına vardığımız bu nokta ise bizzat fenomenolojinin araştırma alanıdır ve artık “saf bilinç” ya da “mutlak ben” in içindeyizdir.

Bu yüzden saf bilince ulaşmak isteyen insan Husserl’e göre “Felsefelerden değil, şeylerden, fenomenlerden hareket etmeli; şeylere, fenomenlere dönmelidir.” Bunu yapabilmenin tek yolu da bir şeyi bize nesne kılan bilince dönebilmemizdir. Fakat bu gerçekleştiğinde döndüğümüz bilincin aynı zamanda, başka ben’lerin bilincinin de nesnesi olan bir bilinç olduğunu görürüz. İnsan, bilinçli olan bir varlık olduğu için bu yüzden sadece sevmez, sadece korkmaz, sadece nefret etmez, sadece görmez ya da sadece yargıda bulunmaz. Aynı zamanda kişi sevgiliyi sever, korkunç bir şeyden korkar, etrafındaki herhangi bir nesneyi görür, birşeylerden nefret eder ve bir durum hakkında yargıda bulunur. Yani bizleri bu durumlara sokan etrafımızdaki nesnelerdir. Husserl karşılaştığımız bu duruma ise “Yönelimsellik” adını vermiştir.

Yönelimsellik ise kişiden kişiye farklılık gösteren bir durumdur. Dikkat ettiyseniz aynı ortamı paylaştığımız başkalarının hem de bizim farklı zamanlarda aynı nesneye olan algımız farklı farklıdır. Kant’ın fenomenal dediği dünyada bir ağacı algılamak yerine, onu aynı zamanda hayal edebilir, onun hakkında yargıda bulunabilir ya da onu hatırlayabiliriz. Ve yine biliriz ki gördüğümüzde, duyduğumuzda, hayal ettiğimizde, nefret ettiğimizde ya da korktuğumuzda görüşümüz, duyuşumuz, hatırlayışımız, hayal edişimiz, düşünüşümüz, nefret edişimiz ve korkmamız hep bir şey üzerinedir. Bilincimiz de o an, işte bize bu duyguları hissettiren şeye yönelir. Husserl’in dediği yönelimsellik de tam olarak budur.

Bu yüzden Kant’ın söylediği fenomenal dünya düşüncesi ve bizlerin sadece fenomenlerin bilgisine ulaşabileceğimiz gerçeği mutlak bir gerçektir.

Bizler ise doğduğumuz günden beri bu mutlak gerçek olan fenomenal dünyada yaşadığımız, deneyimlediğimiz, hareket ettiğimiz ve varolduğumuz fenomenlerle birlikte bir alanın içinde bulunmaktayız. Husserl, işte bu alana yani Kant’ın söylediği fenomenal dünyaya “Hayat Alanı” adını verir.

Dünyanın bir hayat alanı olduğunu bizlere unutturan natüralizm ve insan bilimlerinin aksine dünyanın bir hayat alanı olduğunu fark etmemizi, gündelik hayatı dikkate alarak tekrar insana yani özneye geri dönmemizi sağlayan Fenomenolojidir.

Biliriz ki içinde yaşadığımız, yaşamın gündeliği içinde şeyleri deneyimlediğimiz bu dünya daima oradadır hayat alanı ise içinde yaşadığımız dünyanın ta kendisidir. Hayat alanı bir deneyim alanıdır. Husserl’e göre, yaşamak, “dünyanın kesinliği içinde yaşamaktır”. Her an deneyimde bulunarak, bu deneyimleri anlamlandırarak yaşamaktır.

Kaynakça:

Çağdaş Felsefe II – Anadolu Üniversitesi Yayınları

Çağdaş Felsefe- Bedia AKARSU


Yorum bırakın