Rönesans Felsefesi

Hegel için uygarlık, hukuk devleti ve akılsal düşünce Modernliğin ta kendisidir. Ona göre Modern Dünya bilimin, ilerlemenin ve tabii ki aklın ürünüdür.

Modern düşünce 17. yüzyılda Descartes’ın Kartezyen Felsefesiyle başladığı kabul edilir. Ortaçağ’ın bin yıl süren baskıcı, dogmatik ve skolastik düşünce yapısı Descartes’ın özne-nesne ayrımından sonra insanın kendi aklına güvenmesiyle son bulmuş ve modern dünyanın başlangıcı “Cogito” olmuştur.

Diğer yazılarımızdan da bildiğimiz gibi Modern Felsefe Descartes ile başlar. Çünkü Descartes’la birlikte felsefe yüzünü tekrar insana çevirmiştir. Fakat modern düşünce her ne kadar Descartes ile başlatılsa da Ortaçağ’ın dogmatik düşünce yapısının kırılması yani Descartes’ı “Cogito” düşüncesine götüren 16. yüzyılın Rönesans felsefesi ve bu felsefenin açtığı özgür düşünce yolu olmuştur.

Alman filozof ve yazar Ernst Bloch “Rönesans Felsefesi” adlı kitabında Rönesans düşüncesinin insanlığın o zamana kadar görmediği bir yeniden başlayışı ve yeniden doğuşu içinde barındırdığını, yeni toplumun burada doğduğunu söyler. Bloch, birçok kişinin aksine moderniteyi Descartes’ın Kartezyen Felsefesi yerine Rönesans ile başlatır.

Gerçekten de Rönesans, Ortaçağ’ın yasakçı zihniyetine başkaldıran ilk felsefi düşüncedir. Bu dönemde Ortaçağ’ın skolastik düşünce yapısının yasakladığı ya da gereksiz bulduğu bütün etkinlikler, Rönesans rüzgârı altında her şeyi saran bir yenilik duygusuna dönüşmüş; Rönesans, sanattan tekniğe, ticaretten felsefeye kadar birçok alana yenilik ve özgürlük getirmiştir. Böylece insana ve insanın potansiyeline olan inanç artmıştır.

Aslında bakıldığında Rönesans felsefesi bir geçiş dönemi felsefesidir yani yaklaşık olarak bin yıl süren Ortaçağ Felsefesiyle Modern Felsefe arasındaki dönemin felsefesidir diyebiliriz. Tarihsel olarak 1400 ile 1600 yılları arasında kalan dönemi ifade eden Rönesans, Ortaçağ Felsefesiyle, Modern Felsefe arasında bir tür köprü olmuştur. Rönesans’ın bir geçiş dönemi felsefesi olmasının en temel nedeni ise onun hem Ortaçağ felsefesinden kopamaması hem de felsefede bir “yeniden doğuşu” temsil etmesidir.

Bildiğiniz gibi Rönesans kelime anlamıyla yeniden doğuş demektir. Yeniden doğuş ise Antik Yunana duyulan özlemi işaret eder. Yeniden doğulmak istenen yer Antik Yunan düşüncesinin insan merkezli düşünce yapısıdır.

Tülin Bumin “Tartışılan Modernlik: Descartes ve Spinoza” adlı kitabında Ortaçağ ile Rönesans dönemi karşılaştırmasını her iki dönemin resim sanatını karşılaştıran çok güzel bir tespitle yapar;

“Ortaçağ ve Rönesans’ın resmini karşılaştırmak belki de bu iki çağın insan­ doğa ilişkisini tanımlayışını anlamanın en kısa yoludur. Her şeyden önce Ortaçağ’da yukarıdan gelen ışık, Rönesans resminde yerini bu dünyadan, konuya yatay olarak gelen ışığa bırakır. Ortaçağ tablolarında doğa ya ikonalarda olduğu gibi hiçliğe gömülür ve yaldızlı bir fon halini alır ya da üzerinde gerçekten anlamlı olan tek şeyin, yani insanın kendi dramını yaşadığı ama kendi başına anlamsız bir dekor gibi geride durur. Ortaçağ’ın egemen kategorisi olan Aşkınlık, insanı da beraberinde alıp doğa­dışına taşımış gibidir.”

Rönesansın Evi: İtalya

Rönesans İtalya’da Antik Yunana duyulan özlemle başlamıştır. Antik Yunana duyulan özlemin altında yatan asıl neden Antikitenin, Mitolojiden kopmuş olan özgür düşünce yapısıdır. Bu anlayış 16. Yüzyılda Rönesans düşünürlerine yeniden ilham kaynağı olmuş gelişen Hümanizm akımı ve özellikle Antik Yunanın Doğa Felsefesi, Platon ve Aristoteles’in düşüncelerini yeniden gündeme getirmiştir.

Rönesans Döneminin Önemli Akımları

Platonculuk ve Aristotelesçilik: Özellikle Platon’un idealar dünyası ve Aristoteles’in doğa felsefesi Rönesans düşüncesine etki eden önemli iki akım olmuştur.

Hümanizm: Rönesans’ın temel felsefi akımlarından biri olan hümanizm, insan merkezli bir düşünce sistemidir. İnsanın potansiyeline vurgu yapmış ve insanın yeteneklerini geliştirmesini teşvik etmiştir.

Doğa Felsefesi: Bir diğer Rönesans dönemi akımı doğa felsefesi olmuştur. Rönesans döneminde doğa, insanın anlaması gereken bir kitap olarak görülmüş ve doğanın incelenmesi daha sonraki yıllarda bilimin gelişmesine katkıda bulunmuştur.

Kuşkuculuk (Skeptisizm) ve Pironizm: Bazı Rönesans düşünürleri, Antik Yunan filozofu Pyrrho’nun şüphecilik felsefesine ilgi göstermişlerdir. Bu akım, insanın mutlak bilgiye ulaşamayacağını bu nedenle dünyayı olduğu gibi kabul etmeyi öneren bir akımdır.

Rönesans düşüncesini meydana getiren bu akımları yazımızı fazla uzatmadan ve fazla da detaya inmeden incelersek ilk olarak İtalyan hümanizminin peşine düştüğü Yunanlı filozof Platon düşüncesini görürüz.

Rönesans düşünürleri arasında Platonculuğu önemseyen en önemli düşünür olarak Marcilius Ficinus’u söyleyebiliriz. Ficinus,kendi yaşadığı dönemde dine kuşkuyla bakan ateistleri Platon felsefesi aracılığıyla dine davet etmek için Platonculuk düşüncesinden yararlanmıştır. Ficinus, gerçek felsefenin Platonculuk olduğuna inandığı için Platon’un erdem ve akıl ilişkisine dair görüşünü kendi din felsefesine yansıtmıştır. Böylece gerçek din ile gerçek felsefe arasında bir uyum sağlayacağına inanmış sadece imanın insanlığa rehberlik edemeyeceğini aklın ve felsefi düşüncenin de insanlığa rehberlik etmesi gerektiğini düşünmüştür.

Rönesans düşüncesinin yöneldiği bir başka antik düşünce ise Aristoteles felsefesiydi. Aristotelesçi Rönesans düşünürleri, Aristoteles felsefesine yönelirken iki farklı gruba ayrılmışlardır. Bunlardan birincisi İbn Rüşdçüler diğeri ise Alexandristler olarak adlandırılır. İbn Rüşdçüler, Aristoteles Felsefesini ünlü Müslüman filozof İbn Rüşd’ün görüşlerinden yararlanarak yorumlarken, Alexandristler ise Antikçağın sonlarında yaşamış ünlü Aristoteles yorumcusu İskender Afrodisi’nin düşünceleriyle yorumlamışlardır.  Aralarındaki temel fark ise, İbn Rüşdçüler bütün insanlarda tek bir ölümsüz akıl olduğunu söylerken Alexandristler ise insanlarda ölümsüz bir aklın varoluşunu kabul etmiyor olmasıdır.

Rönesans Felsefesinin yöneldiği Antik felsefe geleneklerinin bir başkası ise Kuşkuculuk ya da diğer ismiyle Pironizm’dir. 

Pironizm, Antik Yunan filozofu Pyrrho’nun adını taşıyan bir felsefi ekoldür. Pyrrho, MÖ 4. yüzyılda yaşamış, Yunan filozofları arasında kuşkuculuk (Skeptisizm) akımının önde gelen temsilcilerindendir.

Pironizm, insanın mutlak bilgiye ulaşamayacağını savunur ve dolayısıyla herhangi bir konuda kesin bir görüş belirtmekten kaçınır. Bu felsefi akım, insanın algılarının ve düşüncelerinin yanıltıcı olabileceğini öne sürer. Dolayısıyla, Pironistler, herhangi bir iddiayı veya önermeyi kesin bir doğru olarak kabul etmezler.  Bu nedenle dünyayı olduğu gibi kabul etmişlerdir.

Pyrrhon’un bu şüpheci düşüncesini Rönesans döneminin önemli düşünürlerinden birisi olan Michel de Montaigne savunmuştur. Montaigne “Denemeler” adlı ünlü eserinde Antik Yunan kuşkucularının öne sürdüğü bilginin imkânsızlığı düşüncesini savunmuş, dünyayı yorumlarken duyularımızın bizi yanıltabileceğini bu yüzden dünyanın bilgisinin özneye göre değişebileceğini bu nedenle aklın bu görecelik içinde gerçek ve mutlak bilgiye ulaşamayacağını yazmıştır.

Rönesans düşünürleri düşüncelerini ortaya koyarken Antik Yunanın sadece Platonculuk, Aristotelesçilik ve Şüphecilik düşüncelerinden değil aynı zamanda Antik Yunandan gelen Stoacılık ayrıca Demokritos ve Epiküros tarafından temsil edilmiş olan Atomculuk düşüncesinden de destek almışlardır.

Ortaçağ Felsefesi Tanrı merkezli bir felsefe olduğu için dönemin Ortaçağ düşünürleri dünyayı yorumlamaya gerek duymuyorlardı; kutsal kitapları referans alarak kutsal kitaplardaki bilgilerin yeterli olduğunu düşünüyorlardı. Tanrının mutlak bilgisinin yeterli olduğunu düşünen Ortaçağ düşünürleri doğadan ve insandan uzak bir düşünce içinde olmuş böylece bilimden, sanattan ve felsefeden uzaklaşmışlardı.

Daha önceki yazılarımızdan da bildiğiniz gibi Ortaçağ öncesi var olan Antik Yunan düşünce yapısı dünyayı yorumlarken doğayı örnek almıştı. Antik Yunan doğa filozoflarının en önemli sorunsalı Arkhe Problemiydi bu probleme ise yine doğayı gözlemleyerek cevap bulmaya çalışmışlardı.

Rönesans döneminde, Antikitenin Doğa filozoflarından etkilenen düşünürü ise Giordano Bruno olmuştur. Kendisi bir rahip olmakla birlikte iyi bir matematik ve felsefe eğitimi almış birisiydi. Bruno’nun Rönesans dönemine en önemli etkisi Copernicus’un güneş-merkezci görüşünü savunmasından ileri gelir. Copernicus’un güneş-merkezci astronomi görüşü, Copernicus’a kadar savunulan dünya-merkezci astronomi görüşünü ortadan kaldırmış hem Copernicus hem de güneş-merkezci görüş Ortaçağın skolastik düşüncesine büyük bir darbe indirmişti.

Giordano Bruno dan sonra Rönesans döneminin bir diğer doğa felsefecisi olan Tommaso Campanella ise “Doğa aynı zamanda Tanrının bir görünümüdür. İnanç ise bir bilgi biçimidir.” düşüncesiyle Rönesans Felsefesine damgasını vurmuştur. “Güneş Ülkesi” adlı ütopik yapıtı en ünlü eseridir. Campanella kendi döneminin toplumlarını, doğal yaşamdan tümüyle uzaklaşarak, adaletsizliğin ve mutsuzluğun kol gezdiği bir topluma dönüştüğünü düşündüğünden bir ütopya yazma gereğini duymuştur. “Güneş Ülkesi” adlı ütopik eserinde tüm parçaları, toplumsal bütünlük ile uyumlu olan bir devlet anlayışından bahseder.

Bir diğer Rönesans düşünürü İtalya’nın Floransa kentinde doğan Niccolo Machiavelli’dir. Machiavelli Rönesans hümanizminin önemli isimlerinden ve modern siyaset biliminin kurucularındandır. Floransa Devletinin önemli devlet adamlarından birisi olan Machiavelli, Modern siyaset felsefesinin başta gelen isimlerindendi. “Prens” adlı eseri onun en önemli eseridir. 1513 tarihli bu yapıt politikada aldatıcı taktiklerin kullanımını içeren bir siyaset yapma biçimi olan “Makyavelizm” terimiyle özdeşleşmiştir.

Rönesansın Tommaso Campanella dışında bir diğer ütopya yazarı ünlü filozof Thomas More’dur. More, 1516 yılında yayınladığı “Ütopya” adlı yapıtıyla kalıcı bir ün sağlamış ve ismi bu yapıtla özdeşleşmiştir. Ütopya teriminin etimolojik anlamı; Grekçe “Ou” yani olmayan ve “Topos” yani yer sözcüklerinin bileşimiyle “Olmayan Yer” anlamına gelir. Ütopya ise onun hayalindeki devleti anlattığı eseridir.

Aslında Ütopik bir devlet modelini ilk kez Platon’un ünlü “Devlet” adlı eserinde görürüz. Platon bu eserinde Yönetici, Asker ve Halk olmak üzere üç sınıflı bir toplum yapısı öneriyordu. Thomas More ise “Ütopya” adlı eserinde tümüyle sınıfsız bir toplum düşünmüş bu açıdan bakıldığında sosyalist toplum yapısını benzer bir toplum modeli anlatmıştır. More’un anlattığı devlet modeli eşitlik ilkesinin egemen olduğu bir devlettir. Çünkü ona göre bir toplumun mutluluğunu gerçekleştirmenin tek yolu eşitlik ilkesinin uygulanmasıdır. More, mülkiyetin bazı kişiler için hak sayıldığı yerlerde eşitlikten söz edilemeyeceğini düşünmüş bunun için ülkenin zenginliklerinin insanlar arasında adilce bölüştürülmesine ve özel mülkiyetin ortadan kaldırılması gerekliliğine inanmıştır.

Sonuç olarak yukarıda çok fazla detaya inmeden düşüncelerini açıklamaya çalıştığım Rönesans dönemi düşünürleri yazının başında bahsettiğim Modern Felsefenin babası sayılan Descartes’ı özgür düşünceye ve Kartezyen Felsefesine yaklaştıran düşünürlerdir. Bugün Modern düşünce her ne kadar varlığını Descartes’a borçlu olsa da Descartes öncesi Rönesans Felsefesi modern bir dünyaya geçişin ilk adımları olmuştur. Rönesans dönemi, insanın potansiyeline ve değerine yeniden vurgu yaparak, insan merkezli bir dünya görüşünün gelişimine katkıda bulunmuştur. Ayrıca Rönesans ile birlikte bilimsel keşiflerin ve araştırmaların arttığı bir dönem başlamış; Doğa felsefesine olan ilgi ve Antik Yunan felsefesinin yeniden keşfi, bilim ve teknolojinin gelişimine ivme kazandırmıştır. Rönesans, sanatta da büyük bir yenilenmeyi beraberinde getirmiştir; bu dönemde özellikle resim, heykel ve mimari sanatında büyük ilerlemeler yaşanmış, Leonardo da Vinci, Michelangelo ve Rafael gibi önemli sanatçıların eserleri bu dönemde ortaya çıkmıştır.

Kaynakça:

Tartışılan Modernlik: Descartes ve Spinoza – Tülin BUMİN

Felsefe Tarihi & Thales’ten Baudrillard’a – Ahmet Cevizci 


Yorum bırakın