Alman İdealizmine Doğru

İdealizm kavramı felsefi terminolojiye Kant ile girmiş olsa da ontolojik olarak felsefi terminolojiye girişi sadece insan ruhunun varlığını ide olarak kabul eden; buna karşın dünyadaki bütün nesneleri ve hatta insan bedeninin varlığını dahi inkar eden ve bu anlamıyla materyalizme taban tabana zıt bir düşünce olarak ilk defa Leibniz tarafından olmuştur. Daha sonraki yıllarda ise farklı düşüncelere sahip idealist filozoflar ortak bir idealizm noktasında birleşseler de idealizm kavramına kendi pencerelerinden bakacaklar ve “Öznel İdealizm”, “Nesnel İdealizm”, “Transendental İdealizm” ve “Mutlak İdealizm” gibi farklı idealist yaklaşımlar ortaya koyacaklardı.

Felsefe tarihinin bütününe baktığımızda ise terim olarak İdealizm kavramını görmesek de bu akımın hemen hemen tüm özelliklerini ilk olarak Platon’un ideler öğretisinde görürüz. Platon İdealar kuramıyla dünyayı idealar ve görüngüler dünyası olarak ikiye ayırmıştı. Ona göre içinde yaşadığımız dünya sadece beş duyu ile algılanabilen görüngüler dünyası olsa da bu bir yanılsamadan ibarettir. Bu dünyada olan her şeyin mutlak, saf ve en mükemmel hali ise ona göre idealar dünyasında yer almaktadır.

İdealar kuramına göre beş duyumuzla algıladığımız ve temas edilebilen tüm nesneler birer illüzyondan ibarettir. Onların bizler tarafından algılanabiliyor olması, gerçek oldukları anlamına da gelmez. Çünkü Platon’a göre duyu organlarımız aldatıcıdır. Bu yüzden Platon’a göre mutlak hakikat, her şeyin tam anlamıyla mükemmel olduğu idealar dünyasındadır.

Daha sonraki yıllarda ise Platon’un ideler öğretisinin etkisini Ortaçağ filozoflarından Agustinus, Anselmus; Ortaçağ İslam felsefesinde ise özellikle İhvan-ı Safa, Farabi, İbn-i Sina’nın felsefelerinde görmekteyiz. Özellikle İslam felsefesinde İdealar Kuramı Sudur teorisinin ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Sudur Teorisine göre, kainattaki her şey bir İlk Neden’e dayanır. İlk Neden, var olma nedeni yine kendisi olan Mutlak Varlık demektir.

Ortaçağdan sonra başlayan Rönesans felsefesinde de özellikle Bacon ve Descartes felsefelerinde Platon’un ideler öğretisinin izleri görülmektedir. Felsefe tarihinde büyük bir kapıyı aralayan ve düşünce tarihinin yönünü değiştiren Kant’tan önce Alman idealizminin hazırlayıcıları olarak bilinen Leibniz ve Wollf düşüncelerinde de idealizm düşüncesinin hakim olduğunu görürüz.

 “Alman İdealistleri” olarak bilinen Fichte, Schelling, Hegel üçlüsünün felsefi düşüncesini tanımlayan “Alman İdealizmi” kavramı ilk defa 1840’lı yıllarda materyalist düşünürler Marx, Engels, Feuerbach tarafından ortaya atılmıştır. Bu ünlü üç Alman idealist gerçek olan bireyin yerine tini koymuşlar ve bunu yaparken dini literatürde geçen “Ruh” kavramından esinlenmişlerdir. Çünkü onlar için insan bedenin hiçbir önemi yoktur. Ancak idealizm demek sadece ruhun varlığını kabul etmek de değildir. Bu nedenle bu akımı doğru analiz edebilmek için Kant, Fichte, Hegel ve Schelling felsefelerini ve bu filozofların düşüncelerini anlamak ve aralarındaki farkı iyi analiz etmek gerekir. Ama bu analizlere girmeden önce Alman İdealizmine doğru yapacağımız bu yolculuğumuza Alman idealistlerini bilgi ve ahlak felsefesiyle etkileyen Immanuel Kant ile çıkacağız. Bu nedenle bu yazımız Alman İdealizm düşüncesine bir giriş yazısı niteliğinde olacaktır.

Diğer yazılarımızdan da bildiğiniz gibi Modern Felsefenin başlatıcısı sayılan ve özne-nesne ayrımı yaparak ortaçağın dogmatik düşünce yapısını tekrar insana çevirerek bir akıl felsefesi ortaya koyan Descartes’ın “Cogito” sunun da kaynağı olan “özne ve nesne arasında nasıl bir ilişki vardır?” sorusunu, Kant kendi felsefesiyle cevaplamış ve böylece dünyayı Fenomen ve Numen olarak ikiye ayırmıştı. Kant’ın “Kopernik” devrimi olarak nitelenen bu görüşüyle o güne kadar bilinen “bilgilerimiz kendini nesnelere göre düzenler” görüşü son bulmuş bunun yerine “nesneler sahip olduğumuz bilgilere göre düzenlemektedir” görüşü felsefeye hakim olmuştur. Bu gerçekten felsefede o güne kadar gelinen en büyük zirveydi çünkü artık insanlar duyuları dışında elde edilen bilgi dışında herhangi bir bilgiye inanmamaları gerektiğini anlamışlardı.

Kant sonrası gelecek olan felsefe yani Alman İdealizm Felsefesinin doğrudan Kant ile ilişkisinin olduğu genel kabul gören bir görüştür. Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi, Aydınlanmanın sonunda ortaya çıkmış yeni bir eleştirel felsefe dönemini ya da bilinen adıyla, Alman İdealizmi dönemini başlatmıştır. Bu nedenle Alman İdealizmini anlamak Kant felsefesini anlamaktan geçer.

Aslında Kant’ın felsefesiyle gelmek istediği yer herkes tarafından kabul edilen evrensel bir ahlak anlayışıydı. Kant, evrensel bir ödev ahlakının varlığını savunuyordu. Ve bütün felsefi yolculuğu insanların kurallara otoriter bir zorunlulukla değil sadece kendi içlerinden gelen bir duyguyla uymaları gerektiğini anlattığı bir yolculuktu. Kant Ahlakını anlamak adına basit bir örnek verirsek Kant Ahlakı denilen şey; trafik polisinin olduğu bir yerde, kırmızı ışık yanınca duran araba sürücüsü, trafik polisi olmadığı zaman da yolda kendisinden başka araç ya da yaya yokken dahi ödev ahlakının gereği olarak kırmızı ışıkta durabilmesidir.

Kant ulaşmak istediği bu muazzam ahlak felsefesine giderken kendisine yol arkadaşı olarak Bilgi Teorisini almıştır. Kant’ın bilgi teorisinin temel amacı apriori sentetik yargıların mümkün olup olmadığıdır. Bunu kanıtlaya bilmek için Kant üç tane eleştirel kitap yazmıştır. Kant’ın üç kritiği olarak bilinen bu kitapların ilki Saf Aklın Eleştirisi’dir. Kant ilk kitabında Aklı “ilkeler yetisi” olarak tanımlarken, Anlak’ı (Anlama Yetisi) “kurallar yetisi” olarak tanımlar. Anlama yetimiz sadece fenomenlerin birliğini üretmekle görevlidir ve bu yüzden tecrübenin temel şartıdır.  Buna karşın aklın görevi ise “anlak ilkelerinin birliğini” sağlamaktır. Bundan dolayı akıl tecrübe nesnesiyle ilişki içinde değildir; dolaysıyla da sentetik apriori yargılarda bulunamaz. Kant’ın ulaştığı bu bilgi Kant’ın Kopernik Devrimidir. Kant bu devrimle Antik Yunan’dan beri süregelen metafizik anlayışı nihayet Ortaçağda yükselerek zirveye ulaştığı bir noktada, “Transandantal Estetik” düşüncesiyle metafiziğin sadece vehimlerden ibaret olduğunu herkese göstermiştir.

Kant öncesi, Leibniz Monadolojisi ve Monadları günümüz Atom teorisine yakın olmasa da benzerlik gösterir. Leibniz’in monadlarının yan yanalığı bize uzayı yani mekanı, art ardalığı ise zamanı verir.

Bunu Leibniz görmüştür fakat bunu yani monadların yan yana ve art arda olmalarını Leibniz Tanrısal bir güce atfetmiştir. Leibniz’e göre monatların yan yana ve ard arda bu serimlenişi Tanrının istemiyle “mümkün dünyaların en iyisini” meydana getiriyordu.

Kant ise yolculuğuna daha farklı bir yoldan devam ederek öncelikle Leibniz’in matematik kuramlarını incelemiş ve geometride eşitlik olmadığını sadece bir örtüşebilirlik olduğunu fark etmiştir. Leibniz ise eğer geometrik iki cisim örtüşebiliyorsa bu iki geometrik şeklin eşit olduğunu söylüyordu. Öyleyse içsel ve dışsal parçaları birbiriyle aynı ve aynı dizilişe sahip iki şekil üst üste çakıştığında her zaman birbirine eşit olması gerekiyordu. Geometri bize bu kesin bilgiyi vermiş olmasına rağmen dizilişleri aynı olduğu halde neden biz sol eldivenimizi sağ elimize giyemiyorduk? İşte Kant’ın mucizevi yolculuğu bu soruyla başlamıştır.

Eğer bizler iki boyutlu bir dünyada yaşıyor olsaydık nesneler birbirleriyle eşit olarak örtüşebilecekti fakat üç boyutlu bir dünyada yaşadığımız için ve tüm nesneleri uzay-zaman içinde gördüğümüz ve algıladığımız için nesneler aynı dizilişe sahip olsalar bile yönlerinin farklı olması nedeniyle asla örtüşememektedirler.

O halde bize yön kavramını veren nesneler midir? Bize yön kavramını nesneler verseydi tüm benzer nesneler birebir örtüşmez miydi? Yani Kant şunu diyordu; bize yön kavramını veren nesneler olamaz. Bize yön kavramını veren fenomenlerin de içinde olduğu uzay-zamandır. Böylece Kant fenomenlerin A Priori olarak bildiğimiz uzay-zaman içinde algılana bildiklerini ve deneyimlene bildiklerini kanıtlamıştır. Bunu görmek, bu bilgiye ulaşabilmek tüm felsefe tarihi için büyük bir devrimdir.

Peki, uzay ve zamanın A Priori bir bilgi olduğunu nereden biliyoruz? İşte Kant Felsefesinde dikkat etmemiz gerekli olan nokta da burasıdır. Uzay ve zaman benim nesneleri deneyimleyebildiğim bir yer ama ben asla uzayı deneyimleyemiyorum o halde ben uzay kavramını nereden biliyorum? Eğer ben uzayı deneyimlerimle, duyularımdan gelen verilerle türetemiyorsam, uzayın kendisi duyusal bir şey değilse o halde ben uzay temsilini nereden biliyor olabilirim? Böylece Kant fenomenleri deneyimleye bildiğimiz uzay-zamanın A Posteriori yani deneyle elde edilen bir bilgi olmadığını onun A Priori olarak bildiğimiz bir bilgi olduğunu göstermiştir. Demek ki uzay ve zaman doğumumuzdan beri bizde olan, bizim dışımızdaki tüm fenomenleri deneyimlememizi sağlayan sadece A Priori olarak bildiğimiz bir temsildir. Ve eğer nesneler yani fenomenler bize uzay-zaman içinde görünüyorlarsa yani uzay-zaman elbisesini giyerek bize görünüyorlarsa o elbise olmadan yani uzay-zaman olmadan ki hallerinde kendilerine ait bir formları olabilir mi? İşte Kant nesnelerin uzay-zaman olmadan ki hallerine kendinde şey ya da bir diğer ismiyle Numen demiştir.

Böylece Kant insanlık tarihine çok büyük bir bilgi vermiştir. Bizler Kant’dan önce fenomenal dünyanın bilgisini, bize nesnelerin verdiğini düşünüyorduk oysaki Kant özneyi yani bizleri de işin işine sokarak anlama, düşünme, hayal etme, idrak etme yetilerimizle yani Kant’ın ünlü Kategorileriyle bilgiyi bizim inşa ettiğimizi göstermiştir. Kant’ın Kopernik Devrimi dediği şey de tam olarak budur.

Kant’ın bilgi ve akıl ile ilgili bu görüşleri kendi çağdaşlarında önemli bir etkiye sebep olmuştur. Kimi filozoflar Kant’ın bu görüşlerine şiddetle karşı çıkarken Alman İdealizm felsefesinin zirve isimleri olarak bilinen Fichte, Schelling, Hegel’in düşünceleri ise Kant ile tam olarak örtüşmese de Kant’ın konuyla ilgili düşüncelerini referans alarak kendi bireysel görüşlerini geliştirmişlerdir.


Yorum bırakın