Bizler, geçmiş bir yaşanmışlığa sahip olan; sahip olduğumuz geçmişin anılarını da yanımıza alarak şimdinin, şu yaşadığımız anın içinde yaşayan ve önümüzde henüz bilmediğimiz bir sürü olanağın ve olasılığın, Heidegger’in deyişiyle “olma halleri”nin içinde olan canlılarız.
Varoluşçu felsefenin isimlerinden biri olan Alman filozof Martin Heidegger “olma halleri”nin içinde olan ve şimdinin içinde yaşayan insanı tanımlarken “Dasein” terimini kullanır. Almancada “Da” şurada ve “Sein” da olmak demektir. “Da-Sein” ise “şurada-olan” anlamına gelir. Öyleyse bu terimi “zamanın içinde olan insan” ya da “şu anda olan insan” anlamında kullanmak sanırım çok da absürt bir şey olmayacaktır.
Heidegger, insanı yaşamın ortasına fırlatılmış bir varlık olarak tanımlar. “Fırlatılmışlık” kavramı her hangi bir şeyin kendi iradesi dışında bir güç tarafından olduğu yerden uzağa atılması anlamına geliyor.
Gerçekten de kendi irademiz dışında geldiğimiz bu dünyada kontrol edemediğimiz bir ortamda, bize sorulmamış bir zamanda, bizim seçmediğimiz bir anne-babaya teslim edildik ve halen hayatın gelgitleri, mutlulukları ya da zorlukları içinde mücadele ederek geleceğe doğru hayatımıza devam ediyoruz.
Bu fırlatılma hali en sonunda ölümle nihayete erecek; önümüzdeki olasılıklar evreni ise ölüm anımız gelene kadar sürekli olarak bizi yeni seçimlere zorlayacak. Heidegger insanın düştüğü bu durumu: “Dasein’in Fırlatılmışlığı (Geworfenheit)“ olarak tanımlıyor.
Heidegger’e göre, Dasein varlığının bilincinde olan, kendi gerçekliği ile yüzleşebilen ve varoluşunun anlamını sorabilen bir varlıktır. Varlığın bilincinde olma hali ise en temelde varolmama yani ölümü algılayabilmektir.
Dünyada yaşayan canlıların belki de en belirgin ortak noktası hepsinin de ölümlü olmasıdır fakat dünyada yaşayan canlılar içinde bir gün öleceğini bilen, “ölüm” kavramının bilinçli olarak farkında olan tek canlı insandır. Bu yüzden Dasein insandır diyebiliriz. Ancak Heidegger “Varlık ve Zaman” adlı ünlü kitabında; “Dasein, kendini her zaman kendi varoluşu, yani kendine ait bir kendi olma ya da kendi olmama imkanı, üzerinden anlar.” diye tanımlar. Cümle içinde ne kadar fazla “kendi” kelimesinin geçtiğine dikkat ettiniz mi? Çünkü Heidegger için insanın kendisi olma hali, imkanları, varoluşu ve ölümü tamamen kendine ait olandır. Bu yüzden Dasein kelimesini sadece genel bir insan olarak tanımlamak yeterli değildir. Çünkü insan bir nesne olarak dünyaya gelmez. Bir masa, masa olarak varlığa getirilirken bir amacı vardır; yani masa, bir masa olarak tasarlanırken “NE” için tasarlandığı bellidir. İnsan ise bir nesne gibi “NE” ile değil, zamanın içindeki olasılıklarla ve seçimleriyle şekillenen bir “KİM” ile tanımlanabilir. Sizler zaten bu felsefi düşünceyi daha önceki yazılarımızdan hatırlıyorsunuz; Varoluşçuluk.
Bildiğiniz gibi Varoluşçuluk, adından da anlaşılacağı üzere varoluşla ve daha özel anlamda insanın varoluşuyla ilgili bir felsefedir. Varoluşçuluk Felsefesi seçimlerinden ve eylemlerinden sorumlu olan ve aynı zamanda düşünen, hisseden ve eyleme geçen özgür insanı anlatır.
Unutulmamalıdır ki insan ölüme doğru giden ve bunun bilincinde olan bir varlıktır. İnsan dünyaya fırlatıldığında yalnızdır, yardımsızdır, desteksizdir ve terk edilmişlik içindedir. Bu özelliklere sahip olan insan, bu yalnızlığından özgürlük ve özgürleşme sayesinde kendini kurtarır; bu nedenle özgürlük Varoluşçuluk felsefesinin hem nedeni hem de sonucudur.
Varoluşçuluk felsefesinin temelini atan kişi on dokuzuncu yüzyılda Soren Kierkegaard olmuştur. Kierkegaard’ın felsefesi aslında Hegel felsefesinin bir eleştirisidir. O, Hegel’in mutlak idealizminin insanın varoluşsal problemlerine bir katkı sağlamayacağını düşündüğünden Varoluşçuluk felsefesine yönelmiştir.
Kierkegaard’dan sonra gelen Varoluşçular ise yirminci yüzyılda yaşanan İki büyük dünya savaşı sonrası aşırı milliyetçi, ırkçı ve sömürgeci kapitalist düşünceler sonrası insani değerlerini yitiren insanların bunalımları karşısında düşüncelerini insana ve insanın varoluşsal problemlerine yöneltmek zorunda kalmışlardır.
Soren Kierkegaard, Friedrich Nietzsche, Dostoyevski ve Franz Kafka bugün varoluşçuluk akımının öncüleri olarak kabul edilir. Daha sonraki yıllarda ise Karl Jaspers, Martin Heidegger ve daha sonra Jean-Paul Sartre, Albert Camus, Simone de Beauvoir ve Maurice Merleau-Ponty’nin çalışmalarıyla Varoluşçuluk Felsefesi sistematik bir hale bürünmüştür.
Varoluşçuluğun özeti “Var Oluş Özden Önce Gelir” cümlesidir. Sadece insanda vücut bulan “var oluş özden önce gelir” fikrini daha önce yazmış olduğum “Determinizmden Varoluşçuluğa Bulantı: Jean-Paul Sartre” adlı yazımda anlatmaya çalışmıştım.
Jean-Paul Sartre, insanın bir eşya gibi tasarlandıktan sonra varoluşunu tamamlayan bir varlık olarak tanımlamaz. Aksine insan var olduktan sonra özünü yavaş yavaş meydana getiren bir canlıdır. Bu yüzden Sartre’a göre “İnsan tamamlanmamış bir varlıktır.” Çünkü insan ilk önce var olur daha sonra kendisini nasıl tasarımlıyorsa özünü kendisi oluşturur.
İnsan doğum ve ölüm arasında varoluşunu yani kendini tamamlamayı Heidegger’in “olanaklar” olarak tanımladığı seçimlerle yapar. Heidegger “İnsanın varoluşunun dramasına yön veren, dünyaya fırlatılmışlığın olanaklarıdır” der. Çünkü Heidegger’e göre insan, varoluşun ortasına tamamlanmamış bir halde öylece fırlatılmıştır. Bu şekilde bir varoluş bir tercih ya da bir seçimin sonucu değildir. Bu nedenle insan, bu bırakılmışlık içinde tercihler ve seçimler yaparak, önüne gelen olanaklarla kendi yaşamını ileriye doğru kurmak ve kendini tamamlamak zorundadır. Bu olanaklar ise maalesef herkese eşit şekilde dağılmamıştır. Önümüze gelen seçimler doğduğumuz ailenin, doğduğumuz ülkenin imkanlarına, kültürüne, yaşam tarzına göre değişiklik gösterir. Ve bizler daha doğarken kendimizin seçemediği bu imkanları varoluş yolculuğumuzda tek tek önümüzde bulur, onları seçer ve her seçimimizi deneyimleyerek ilerleriz. Deneyimlerimiz bizi biz yapan, bize bir şeyler katarak bizi değiştiren en önemli eylemimizdir.
Son olarak şunu eklemekte yarar görüyorum; Dünyadaki varoluşumuz aslında doğum ve ölüm arasında zamansal bir varoluş; öyleyse varlığımızı ortaya koyan da zaman değil midir? Bizler dünyada yaşıyor olduğumuz kadar aynı anda bir zamanın içinde de yaşamaktayız. Bize ait olan kendi zamanımızın…
Dasein, kendi tercihiyle dünyaya gelmemiş olsa da, istediği olanakların ortasına fırlatılmamış ya da istediği olanakların önüne konumlanmamış bir varlık olsa da özgür iradesi olan bir varlıktır. Yaşam yolculuğumuzda önümüze gelen seçenekleri seçerken elimizde olan tek şey özgür irademizdir. Dasein’ın kendini fırlatılmış olarak bulduğu bu dünyada mutlu olmasının tek koşulu ise seçimlerini özgürce yapabilmesidir.
Sartre’ın o ünlü ve unutulmaz sözünde dediği gibi;
“İnsan özgür olmaya mahkumdur, zorunludur. Zorunludur, çünkü kendini yaratır. Özgürdür, çünkü yeryüzüne geldi mi, dünyaya atıldı mı bir kez, artık bütün yaptıklarından sorumludur”
