Modern Dünyanın Yarım Kalmış Hikayeleri

Kendimize küçük dünyalar kurup büyük hikayeler yaşıyoruz oysaki başı sonu olmayan ve bilim insanlarının hala genişlemeye devam ettiğini söylediği bir evrende, yüz milyarlarca galaksinin içinde, milyarlarca yıldız, belki de bir o kadar gezegen arasında mavi bir gezegenin üzerinde yaşayan küçücük bir noktayız; hikayeleri büyük olan küçük bir nokta.

Ve gün gelecek bu devasa büyüklüğün ortasında var olan her şey gibi tüm acılarımız, mutluluklarımız, gözyaşlarımız, kahkahalarımız, büyük hırslar içinde çok büyük anlamlar yükleyerek yaşadığımız her şey bir gün son bulacak; bütün bu gürültüler susacak, bütün isteklerimiz, bütün hırslarımız, o gereksiz kısır çabalarımızın hepsi bitecek. Sonsuzluğun içinde bir “Hiç” olacağız.

İster bir kadın, ister bir erkek ol, ister bu dünyadaki varlığını altın kaplamalı tahtların üzerinde taşıyan biri, isterse kalabalıkların içinde kaybolmuş bir insan ol, ister her gün emeğiyle çalışan, hayatın sıkıntılarını göğüsleyen biri, ister tüm yaşamı boyunca hayatına devam edebilmek için bir gün bile çalışmaya gerek duymayan biri ol, ister ismin dünyanın yedi kıtasında bilinsin, isterse tüm hayatını hiç kimsenin tanımadığı biri olarak yaşa bir gün her şey, herkes için bitecek ve bu gerçeği bilerek yaşayan dünyadaki tek canlı olan insan, hırslarıyla kötülerin en kötüsü olarak dünyada kalmaya devam ediyor ve edecek.

Modern dünya bizlere, bıkıp usanmadan başarının hırs ile doğru orantılı olduğunu söylüyor. Peki nedir hırs? Sözlükteki anlamı “bir şeye olan aşırı, sonu gelmez istek.” Peki bu gerçekten gerekli mi? Evet, kesinlikle gerekli çünkü hırs bir motivasyon güdüsüdür ama nerede durmak gerektiğini bilmek şartıyla. Çünkü durmadığımız her an kendimizi bir kısır döngünün içinde debelenirken buluyoruz ve bu kısır döngüler içinde yaşadığımız her olay ise bizde olumlu ya da olumsuz bir iz bırakıyor. Değişimimiz ve değişmemiz de böyle başlıyor zaten; en çok değişen yanımız ise duygularımız oluyor. Bizler bu kısır döngülerin içinde dönüp dururken artık öyle bir an geliyor ki duygularını hissedemeyen ya da daha da kötüsü duygularına artık bir anlam yüklemeyen kişiler oluveriyoruz; o saatten sonra da yaşadığımız hiçbir şey bizi etkilemiyor artık, yaşadıklarımız normalmiş gibi geliyor bize. Sonrası ise plastik mutluluklar içinde yaşanan umutsuz hayatlar. Modern dünyanın bize sunduğu nimetlere karşılık ödenen bedeller; umutsuzluk ve bir sürü kısır döngüye eklenen yeni döngüler…

Kierkegaard’ın Korku ve Titreme” adlı kitabındaki şu sözleri dikkatli okumak lazım;

Bir insanda daimi bir uyanıklık yoksa, her şeyin temelinde çapraşık tutkularla kıvranarak değerli ve değersiz her şeyi yaratan bir kudret, hiddetle köpüren bir kudret yatıyorsa, her şeyin altında hiç doyurulmamış sonsuz bir terk edilmişlik uzanıyorsa o halde yaşam umutsuzluktan başka ne olabilir ki?

Moderniteyle birlikte değişen dünyada insanlık, belki de şimdiye kadar ki en kalabalık ama en yalnız, birbirine en uzak ama bir o kadar da yakın, gerçekten çok basit ama bir o kadar da komplike bir toplum yapısının içerisinde yaşam sürüyor. Artık çok fazla kişiyiz eski çekirdek ailemiz şimdi çok büyüdü, daha kalabalık ve daha iç içeyiz ama bu kalabalık içerisinde çok daha değersiz ve çok daha yalnız hissediyoruz kendimizi çünkü yeri her an doldurulabilir bir durumdayız. Hissettiğimiz değersizlik duygusu yalnızlığımızı daha çok artırıyor. Yüzyıllar önce “Var olmak algılanmaktır” diyen Berkeley’in algılaması bile artık bizim için çok yetersiz. Modern dünyada yalnızlığımızdan kurtulup, egolarımızı doyurmak ve varlığımızı kendimize ispat etmek adına artık çok daha fazla algılanmaya ihtiyacımız var. Güçlü olmak istememizin nedeni de bu; Çünkü korkuyoruz, değersizleştirilmekten, anlaşılamamaktan, beğenilmemekten, hissedilememekten ve sevilememekten korkuyoruz. Bütün bu kısır döngülerimizin nedeni de hep o yarım kalmışlıklarımız ya da Kierkegaard’ın dediği gibi; “…doyurulmamış sonsuz bir terk edilmişlik

Modernitenin tüketim toplumu artık o kadar üst seviyedeki bitip tükenmeyen iştahımızı doyurabilmek için yarım kalmış hikayelerimizi geride bırakıp yeni yarım kalmışlıklarımıza yol alabilmek adına kendimize yeni ve temiz sayfalar açabiliyoruz. Yoksa sadece açtığımızı mı sanıyoruz?

Acaba ilkel insan, modern insana göre duygularının gerçekliğini daha mı fazla hissediyordu?


Yorum bırakın