Marcel Proust, yedi ciltlik “Kayıp Zamanın İzinde” romanının üçüncü cildi olan “Sodom ve Gomorra” da “Sevgi bittikten sonra bile, sevmiş olmak tamamen anlamsız değildir, çünkü daima başkalarının anlayamadığı nedenlerle sevilir” der.
Gerçekten de ister bir sevgiliyi ister bir çocuğu ister bir dostu isterse de bir nesneyi sevmiş olalım sevgimizin tam olarak tanımını yapamaz, yapsak bile başkaları tarafından anlaşılamayız. Çünkü sevmek özünde öznel bir duygudur bu nedenle “Aşk” kavramının tam olarak nesnel bir tanımını yapmak zordur. Bilimsel olarak açıklaması da pek romantik değildir. Bilim bize aşık olduğumuz kişinin gözlerinin içine baktığımızda, onun kokusunu duyduğumuzda ya da ona dokunduğumuzda gözbebeklerimizin büyüdüğünü, kalp atışlarımızın hızlandığını, yüzümüzün kızardığını, karnımızın burulmaya başlayıp içerisinde şu meşhur “kelebeklerin uçuştuğunu” söyler. Bu bilimsel tanım kelebekler dışında pek romantik bir tanımlama olmasa da sonuçta aşık olduğumuzda biyolojik olarak ne hissettiğimizi açıklayan bir tanımdır. Fakat aşk, doğası gereği kişisel bir deneyimdir bu nedenledir ki kişiden kişiye değişiklik gösterir. Zaten aşkı öznel kılan da bu değil midir? Herkes için farklı anlamlar taşıması…
Aşk öznel bir duygu olmasından dolayıdır ki Antik Yunandan günümüze kadar birçok düşünür aşk üzerine birbirinden farklı sayısız açıklamalar yapmıştır. Mesela “Freud’dan bu yana en tartışmalı psikanalist” olarak anılan Fransız psikanalist Jacques Lacan “Aşk, sizde olmayan bir şeyi, onu sizden talep etmeyen birine vermektir” der. Lacan’ın bu aşk tanımı zaten kendisi karışık bir duygu olan aşk kavramını daha da karışık hale getiriyor olsa da Lacan’ın bu cümlesi üzerine düşündüğümüzde aşkın aslında bir “verme” eylemi olduğunu anlayabiliyoruz.
Evet aşk vermektir. Fakat bizde olmayan bir şeyi nasıl bir başkasına verebiliriz ki? Ve bizde olmayan şey nedir? Sahip olduklarımız bizde olanlarsa Lacan’ın bahsettiği sahip olmadıklarımız, eksik olduğumuz her şey olabilir mi? Olabilir. Peki, sahip olmadığımız bir şeyi nasıl bir başkasına verebiliriz? Hatta daha da önemlisi neden bizde olmayanı yani eksikliğimizi bir başkasına vermek isteriz; hem de karşı tarafın bizden böyle bir talebi olmadan.
İşte bu soruların cevaplarını düşündüğümüzde aslında Lacan’ın kendi eksikliklerimizi tamamlayan kişilere aşık olduğumuzu söylemek istediğini anlıyoruz. Ona göre aşık olduğumuzda karşı tarafa verdiğimiz şey sadece eksikliklerimizdir; verme nedenimiz ise tamamlanmak.
Eğer aşık olmak kendinde olmayanı vermekse yani Lacan haklıysa, insanın aşık olmadan önce bir eksikliğinin olduğunu da fark etmesi gerekiyor. Fark ettiğimiz bu eksikliğimizi aşık olduğumuz kişiye verdiğimiz de eksikliğimizi ona yerleştirip bu eksikliğimizin aşık olduğumuz kişide tamamlanmasını bekleriz. Öyleyse Lacan’a göre aşık olmak isteği sadece bir tamamlanma meselesidir. Biraz bencilce bir tanım oldu öyle değil mi?
Psikanaliz biliminin kurucusu olan Sigmund Freud ise aşkı daha da kişiselleştirerek aşk kavramını sadece libido enerjisinin karşı tarafa yönlendirilmesi olarak tanımlar. Bu yüzden Freud’a göre narsist olmayan aşk yoktur çünkü ötekini sevmek aslında kendini sevmektir.
Dikkat ettiyseniz Lacan ve Freud’un aşk üzerine söyledikleri arasında çok büyük farklar yoktur. Lacan aşkı bir tamamlanma olarak görürken Freud ise aşkın temelini narsizim olarak görür yani aşık olmak kendi egomuzun doyurulmasından öte bir şey değildir
Ünlü düşünür Emmanuel Levinas ise ötekine doğru duyulan sevgiden bahsederken aşk kavramını şöyle tanımlar: “Ötekine giden bir aşkınlık olan aşk, aslen bizi içkinliğin berisine fırlatır ve bizi kendimizle türdeş bir varlığı yani ruh ikizimizi aramaya yönlendirir”
Levinas’ın bu tanımı, Platon’un “Şölen” adlı diyaloğunda geçen “Aristophanes Söylencesi”ni akla getiriyor.
Platon “Şölen” adlı diyaloğunda bir mitten bahseder. Mitolojiye göre Androjenler olarak bilinen ilk insanlar, erkek ve kadın cinsiyetinde birbirlerine sırtlarından yapışık iki insandan oluşmaktaydı. Dört kolları, dört bacakları, iki kafaları olan birbirlerine yapışık dişi ve erkekten…
Fakat Androjenler tanrılara karşı gelip bir gün Olympos’u işgal etmeye yeltendikleri için Zeus tarafından cezalandırılarak tam ortadan ikiye bölünürler ve birbirlerine asla bir daha kavuşup tekrar güçlenmesinler diye dünyanın farklı noktalarına dağıtılırlar.
Platon, bu ayrılmadan sonra her iki parçanın da ötekini özlemeye, eksik olan parçasına kavuşmak için çabalamaya başladığını söyler. İşte bu yüzden kadın diğer yarısı olan erkeği, erkek ise diğer yarısı olan kadını ruh eşlerini arar durur.
Platon’un öğrencisi olan Aristoteles ise aşkı bir duygu olarak değil, daha çok bir eylem olarak ele alır. Ona göre aşk, bir kişinin başka bir kişiyi gerçekten önemsediği, onun mutluluğunu istediği ve içinde bencil duyguların olmadığı bir tür dostluktur.
Üstinsana inanan Nietzsche ise aşkı güçlü bir arzu ve tutku olarak görür ve aşkı kendini aşma isteği olarak tanımlar. Onun için aşk kişinin içindeki potansiyelleri keşfetmesini ve gerçekleştirmesini sağlayan bir güçtür.
Büyük aşkı Regine ile hüzünlü bir aşk hikayesi yaşayan Kierkegaard için ise aşk sadece bir paradokstur. Ona göre, aşk bir kişinin kendini kaybetme ve başkasına bağlanma arzusuyla birlikte, bireyselliğini koruyarak özgürlüğünü sürdürme ihtiyacı arasında bir gerilim yaratır. İşte bu kaygıdır. Kierkegaard’a göre, gerçek aşk, bu paradoksal durumu dengeleyebilen bir aşk türüdür.
Varoluşçu düşünür Heidegger, aşkı bir varoluşsal deneyim olarak görür. Ona göre, aşık olduğumuzda, kendimizi ve dünyayı yeniden keşfederiz. Aşk, bizi varoluşsal gerçekliğimize daha derin bir şekilde bağlar.
Bir diğer varoluşçu filozof Jean-Paul Sartre aşkı özgürlük ve sorumluluk ilişkisi olarak ele alır. Ona göre aşk, bireyin kendi varoluşunu kabul etmesi ve diğer kişiyle birlikte özgürce bir gelecek inşa etme sürecidir. Sartre için aşk, birbirine özgürlüğü tanıyan iki bireyin bu özgürlükler içinde karşılıklı sorumluluklar alarak bağlanma iradesidir.
Ve tabii ki Sartre ile fazlasıyla özgür bir aşk yaşayan Simone de Beauvoir ise aşkı cinsiyetçi bir yaklaşımla ele alır. Ona göre aşk, kadınların tarihsel olarak erkeklerin gölgesinde kalmasına neden olan toplumsal yapıların bir sonucudur. De Beauvoir, aşkın gerçek bir özgürlük ve eşitlik ilişkisine dönüşebilmesi için bu yapıların değişmesi gerektiğini savunur.
Felsefenin doğru bilgiye ulaşma çabası sonucu felsefi anlamda aşk üzerine yapılan bütün bu tanımlamalar aşktan beklenilen o kutsal romantizmi ortadan kaldırıyor gibi; bu nedenle belki de aşkın bilimsel ve felsefi arka planını bir yana bırakıp aşk tanımını şairlere ve yazarlara devretmek gerekiyor.
En iyisi gelin biz aşkın o büyük romantizminden uzaklaşmayalım ve aşkı mucizevi bir rastlantı olarak gören sevgili Sabahattin Ali’nin cümlesinin içinde kalalım;
“Ne güzel şeydir bir çift gözün içine bakarak “Sen rastlantıların en güzelisin” diyebilmek”
Aşk ile…
