Pablo Neruda, “Ağır Ölüm” adlı şiirinde “Yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir” der. Çaba göstermenin bir amaca bağlı olduğunu düşünürsek Neruda’nın bu mısrasını yaşamamızın da bir amacı olması gerektiği sonucuna vararak okumak gerek diye düşünüyorum.
Endüstri çağı ve ardından gelen Kapitalizm insanlara her istediğine ulaşabilme imkânı vereceği vaadiyle geldi. İnsanın her istediğine ulaşabilmesi sanırım çok büyük bir mutluluk olsa gerek. Bu anlamda düşündüğümdeyse Kapitalizmle birlikte insanlığın “mutluluk” kavramına da bakış açısının değiştiğini artık insanlığın yaşama amacının mutlu olmak için “sahip olmak” ile eş değer olduğunu görüyorum.
Felsefi literatürde yaşamın tek amacının mutluluk ya da maksimum hazza ulaşmak olarak görülmesine yani bütün isteklerin ve kişisel ihtiyaçların tatmin edilmesine “Hedonizm” deniliyor. Hedonizme göre, bir arzunun var olması onu doyurma hakkını da beraberinde getiriyor.
Kapitalizm, üretim odaklı bir ekonomik sistem olduğundan dolayı insanların ihtiyaçlarını ve isteklerini karşılamaya yönelik bir sistem olarak görünür ancak esas amacı kar etmek olan kapitalizm aynı zamanda tüketim odaklı olmak zorundadır. Bu da insanları hedonist bir tutumla mutluluğu elde etmek için maddi sahip oluşlara ve sahip olduklarını tüketmeye yönlendirmiştir.
Peki gerçekten kapitalizm herkesin her istediğine ulaşabilme vaadini yerine getirmiş midir? Ya da bir diğer değişle Kapitalizm insanların mutluluğu için yeterli ve kalıcı bir çözüm sunmuş mudur?
Kapitalizmin mülkiyet ve sahip olma hedonizmine dayalı getirdiği mutluluk dışsal faktörlere bağlı bir mutluluktur. Doğası gereği böyle de olmak zorundadır çünkü tek amacı kar olan kapitalizm üretim ve tüketim odaklıdır. Bu sistem içinde insanlar sahip olduklarını tükettikleri ölçüde anlık mutluluklar yaşasalar da bu mutlulukları sürekli ve derin bir memnuniyet sağlamamaktadır. Araştırmalar, maddi zenginliğin belirli bir seviyeye ulaştıktan sonra insanların mutluluk düzeylerinde önemli bir artış sağlamadığını göstermektedir. Yani sekiz odalı bir eve sahipken daha sonra on odalı bir eve sahip olmanız mutluluğunuzda artık önemli bir artış meydana getirmeyecektir. Bunun nedeni ise mutluluğun temelde içsel bir durum olduğu ve sadece dışsal şeylerle elde edilemeyeceğidir.
İşte tam bu noktada Almanya doğumlu Amerikalı ünlü psikanalist Eric From’un o ünlü “Sahip olmak mı yoksa Olmak mı?” sorunsalına geliriz. Bu soruya vereceğimiz cevap mutluluğa dışsal hazlarla mı yoksa içsel hazlarla mı ulaştığımızın da yanıtı olur.
“Sahip olmak”, bir şeyin ya da bir varlığın mülkiyetine sahip olmak veya sorumluluğunu üstlenmek anlamına gelir. Bir şeyin sahibi olmak, o şey üzerinde karar verme ve yönlendirme hakkına sahip olmayı da içerir. Bir eve sahip olmak, Bir arabaya sahip olmak gibi…
“Olmak” ise bir şeyin bir durumda var olması, bir rolü üstlenmesi veya belirli bir niteliğe sahip olması anlamına geliyor. Mutlu olmak, Öğrenci olmak, Doktor olmak ya da Yorgun olmak gibi…
Tüm hayatımız boyunca hepimiz yaşadığımız toplumun düşünce ve geleneksel normlarından etkileniriz içinde bulunduğumuz sosyokültürel yapının bizi şekillendirmesine izin veririz. Sanki bazı kurallar daha biz doğmadan bizi şekillendirmek adına toplum tarafından önceden yazılmış gibidir. Ve bizler yirmi birinci yüzyıl insanlığı olarak sistem tarafından oluşturulan bu kuralları belki de geçmişte yaşayan atalarımızdan çok daha fazla hissetmekteyiz. Çünkü maalesef ekonomik sistem bize medya, internet ve reklamlarla durmadan “Olmak” için önce “Sahip olmak” gerektiğini pompalıyor bu da bizlerde mutluluğa ulaşmak için sürekli olarak daha fazla şeye sahip olma isteğine dönüşüyor. Bu yüzden mutlu olmak için önce sahip olmaya sonra sahip olduklarımızı bir an önce tüketmeye yönelik bir bilince inandırıldık ve yavaş yavaş bu sahip olma ve tüketme bilinci duygularımıza kadar öyle bir etki etti ki aşk içinde olmaktansa aşka sahip olmayı, mutluluk içinde olmaktansa mutluluğa sahip olmayı isteyen insanlara dönüştük.
Belki bizler değil ama gün gelecek bir gün gerçek anlamda “Olmak” düşüncesindeki insan kendini dönüştürmeye çalışırken sistemin kendisine dayattığı bu tüketim çılgınlığından ve bu çürümüş travmadan kurtulduğu ölçüde “Olmak” kavramına daha fazla yaklaşacaktır.
