Emma’mı Yoksa Anna’mı?

Madame Bovary ve Anna Karenina; 19. yüzyılın iki ünlü erkek yazarı Gustave Flaubert ve Tolstoy’un kaleminden çıkan iki ünlü kadın karakter.

Her iki yazar da eserlerinde duygularını yaşamak isteyen bu iki kadınından yola çıkarak kendi toplumları hakkında biri tırnak içinde bir özgürlüğe doğru yol alan ikinci İmparatorluk Fransa’sından diğeri ise reformcu Çarlık Rusya’sından kesitler sunarlar.

Gustave Flaubert “Madam Bovary”i yayınladıktan yirmi yıl sonra Tolstoy, “Anna Karenina”yı yayınlayacaktı. Flaubert’in Emma’sı tam yirmi yıl sonra Tolstoy’un Anna’sı olmuştu ve Tolstoy adeta Anna Karenina ile tüm dünyaya Rus Emma’yı tanıştırıyordu. Hayalleri, beklentileri, aşkları birbirine çok benzeyen bu iki kadının ölümleri de ne yazık ki benzer olacak, Emma’yı kendi isteğiyle ölüme götüren arsenik, Anna’yı tren raylarının üstünde ölümle buluşturacaktı.

Tolstoy’un 1062 sayfalık klasik romanı, Anna’nın ağabeyi Prens Stepan Arkadyiç Oblonskiy ile başlıyordu. Evindeki Fransız mürebbiye ile karısı Dolli’yi aldatan Stepan, eşiyle arasını düzeltmesi için acilen Petersburg’ta yaşayan kız kardeşi Anna’yı Moskova’ya çağıracak ve Anna ancak romanın 78. sayfasında okurları ile buluşacaktı.

Flaubert ise Tolstoy’un aksine, kahramanı Emma’yı 385 sayfalık romanın hemen başlarında okurlarıyla tanıştırıyordu.

Flaubert’in Emma’sı bir çiftlikte yaşayan, rahibe okuluna gitmiş, piyano çalabilen, çılgınca sevmek ve sevilmek isteyen, yaşadığı çevreyi beğenmeyip gözü yükseklerde olan biridir. Sadece yaşadığı baskıcı aile ortamından uzaklaşmak için bir evlilik yapmış olan Emma evliliği sırasında kocası Charles’ı yakından tanıdıkça, istediği aşkı onda bulamayacağını anlayacak ve aradığı aşkı kocası dışındaki seçeneklerde aramaya başlayacaktı. Aslında Emma’nın istediği tek şey sevilmek ve kadınlığını hissetmekti. Bu yüzden önce kendisi gibi aşktan, şiirden, kitap okumaktan hoşlanan, kendinden yaşça küçük Leon ile platonik bir aşk yaşayacak fakat ilişki bile denilmeyecek olan bu platonik sevgi birbirlerine açılacak cesareti gösteremeden bitecekti.

Romanın ilerleyen bölümlerinde Emma sevgisizliğini giderecek arayışlarına devam edecek ve Rodolphe isimli zengin, çapkın bir adamla tanışacaktı. Her haliyle tecrübeli olan Rodolphe, Emma’daki sevgi eksikliğini ve aşk isteğini fark edecek, Emma’nın hayallerini süsleyen aşkı ona vererek Emma’yı kendisine bağlayacaktır. Rodolphe ile aşk yaşayan Emma artık inanılmaz mutludur. Geç bulduğu bu mutluluğu kaybetmek istemeyen Emma tüm benliğiyle Rodolphe’e bağlanır. Ne kocası ne kızı ne de çevresi artık hiçbir şey umurunda değildir. Aşığı ile kaçma planları yapar ama bir gün bu aşkın tek taraflı bir aşk olduğunu ve Rodolphe tarafından kullanıldığını anlar ve ne yazık ki terk edilerek yüz üstü bırakılır.

Rodolphe ile ilişkisi bittikten sonra giderek bunalıma giren Emma’nın karşısına bir tiyatro oyununu seyretmek için gittiği Paris’te eski platonik aşkı Leon çıkar. Artık ikisi de acemi aşıklar değildirler. Bir süre sonra aşkları yeniden alevlenir. Emma istediği gerçek aşkın kendisini yıllardır seven Leon olduğunu sonunda fark eder; Leon’da yıllardır deliler gibi âşık olduğu Emma’yı tekrar bulduğu için çok mutludur. Fakat bir süre sonra Leon eskiden âşık olduğu Emma’nın o eski Emma olmadığını fark edecektir. Emma onun âşık olduğu Emma değildir artık. Ve bir gün bu ilişkiye daha fazla devam edemeyeceğini Emma’ya açıklamak zorunda kalır. Aşkta aradığını bulamayan Emma, hesapsız harcamaları ve borçlanmaları nedeniyle maddi olarak kötü bir duruma sürüklenir. Oradan oraya savrulan hayatı yaşadığı aşklarla duygusal yönden, yaptığı harcamalarla da maddi yönden zarar görmüştür. Emma’nın önünde artık ölümden başka seçenek kalmamıştır ve sahneyi onu ölüme götürecek olan arsenikle sonlandırır.

Ve Anna Karenina; Emma’nın büyük aşkı Rodolphe, Anna Karenina’da Kont Vronski’si olmuştur.

Anna Karenina, Moskova’da yaşayan eğitimli, kendine güvenen ve güzelliğiyle övünen bir kadındır. Bir devlet dairesinde yönetici olarak çalışan Alexis Karenin ile evlidir ve bu evlilikten bir de oğlu vardır. Anna tıpkı Emma gibi evliliğinde hayallerini yaşayamamaktadır; kocasının tüm duygulardan yoksun duygusuz biri olduğunu düşünmektedir. Bu nedenle aralarında yalnızca saygıya dayalı, tutkusuz ve aşksız bir ilişki vardır.

Anna, Petersburg da yaşayan ağabeyinin yanına gidince bir davet sırasında Kont Wronsky adında genç ve yakışıklı bir adamla tanışır. Wronsky davette bulunan diğer herkes gibi Anna’dan çok etkilenmiştir. Anna da zaten tüm gözlerin her zaman kendisinde olduğuna inan ve güzel olduğunun farkında olan bir kadındır.

Davetten sonra Anna ile Kont Wronsky arasında gittikçe kuvvetlenen bir bağ oluşur. Ve bir ilişki yaşamaya başlarlar artık ikisi de çevrelerindeki insanların bakışlarına aldırmaksızın beraber çok fazla vakit geçirmeye başlamışlardır. Fakat Anna bir süre sonra bu birliktelikten ve bu yasak aşktan rahatsız olmaya başlar. Çünkü onun aradığı şey herkesin gözü önünde, uluorta yaşayacağı bir duygusallıktır. Bir süre sonra yaşadığı bu ilişki onu tatmin etmez, bitirmeye karar verir ve eve dönmek üzere yola çıkar. Fakat Wronsky ondan ayrılmak istemez. Anna’nın büyüsüne kapılmıştır bir kere. Anna’nın bindiği trene o da biner ve aşkının peşinden gider. Aşkları toplum tarafından kabul edilmeyip dedikodular başlayınca Anna, evli olduğu Alexei Karenin’e boşanma davası açar ve Vronsky ile birlikte yaşamaya başlar. İstediği olmuştur ama işte bundan sonra Anna, hayatının kontrolünü kaybetmeye başlar. Vronskiy’i delice bir tutkuyla sevmektedir fakat Vronsky’nin kendisinden genç olması onda kıskanç bir ruh haline dönüşür hayatı kendine ve aşkına zehir etmeye başlar çünkü her zaman güzelliğine inanan Anna, bir gün aşkını daha güzel ve daha genç birine kaptıracağı korkusu yaşamaktadır.

Anna’nın kendine güvensizliği, kıskançlıkları ve bir gün Vronskiy’nin onu istediği şekilde sevmeyeceği endişesi, psikolojisini oldukça bozar. Psikolojisi bozuldukça daha dengesiz ve daha kıskanç olmaya başlar sonunda aşığını kendinden soğutmayı başarır. Vronskiy’i kaybedeceğini anlayan Anna ona unutamayacağı bir ders vermek ister ve intiharı seçer; kendini tren raylarına atarak intihar eder.

Emma ise Anna’nın aksine kendi isteğiyle ölümü seçerken kimseye ders verecek durumda değildir. Aradığını bulamadığı aşkları kadar, yaptığı aşırı harcamalar ve oluşan borçlanmalar nedeniyle içine düştüğü maddi sıkıntıdan kurtulmak için ölümü seçecektir. Emma’nın ölümü sevgiyi bulmak için aşk yaşadığı insanları etkilemese de onu hala yıllardır sevmeye devam eden kocası Charles’ı derinden sarsar. İhanetine rağmen onu çok seven Charles da bir süre sonra üzüntüden ölecektir.

Emma’mı yoksa Anna’mı?

Charles Bovary’mi yoksa Alexis Karenin’mi?

Rodolphe’mu yoksa Kont Vronski’mi?

Hangisinin aşkı daha büyük…

Ve bu iki klasik eser arasındaki benzerlikler sadece anlattığı aşk hikayesi değildi. Aralarındaki bu benzerliklerden belki de en önemlisi yazarlarının hikâyeyi bitirdikten sonraki ruh halleridir; Gustave Flaubert, Emma’yı ölüme gönderdiğinde yazı masasında saatlerce ağlarken; Tolstoy tren rayları üzerinde ölen Anna için doğduğu ve sonra tüm hayatını geçirdiği çiftliği “Yasnaya Polyana” da çalışma odasında ki kilimin üzerinde saatlerce ağlamıştır.


Yorum bırakın