Sİsİfos Üzerİne Bİr Deneme

Bazen hayat, her günü hemen hemen birbirinin tekrarı gibi olan ve sanki her gece aynı şeyleri yapacağımız bir sabaha uyanmak için uyuyup yine her sabah aynı şeyleri yapmak için uyandığımız; başımıza gelecekleri az çok bildiğimiz halde devam ettiğimiz bir tekrarlar bütünü gibi gelir bize. Bu monoton hayatı katlanılır kılan tek şey ise bir gün bir şeylerin değişeceği umududur.

Albert Camus böylesi bir umudun saçma olduğunu düşünür. Ona göre tek gerçek gelecekte olacak olan, hiçbir şeyin değişmeyeceği gerçeğidir. Gelecek dediğimiz şey ise sadece ölüme daha fazla yaklaşıyor olmamız ve bir gün bizim için her şeyin biteceği gerçeğinden öte bir şey değildir.

Stoacı Felsefenin önemli isimlerinden birisi olan Cicero da aynı düşünceden hareketle; “Her şey bitmek için başlar” der. Şöyle bir düşünün bakalım bugüne kadar hayatınızda başlayıp da bitmeyen bir şey oldu mu? Hala bitmediyse bile, emin olun ki bir gün bitecek. İstesek de istemesek de gün gelecek her şeyin sona erdiği gibi doğum ile ölüm arasında yaşadığımız hikayemiz de nihayete erecek.   

Peki, her şeyin bir gün biteceğini bildiğimiz bir dünyada yaşamak nasıl bir çılgınlıktır? İşte bu soru bugüne kadar birçok düşünürün cevaplamaya çalıştığı bir soru olmuştur.

Mesela Albert Camus bir gün biteceğini bildiğimiz halde bu hayatı yaşamayı kabul etmemizi kendi felsefesinde “Saçma” kavramıyla açıklamaya çalışır. Camus’nun “Saçma” kavramına ya da onun deyimiyle “Absürt” kavramına değinmeden önce bu kelimenin gerçek anlamının ne olduğunu bilmekte fayda var diye düşünüyorum.

Saçma kelimesi günümüz Türkçesinde öncelikle “mantığın kurallarını ihlal eden, akıldışı, anlamsız, absürt ve akla aykırı” gibi anlamlarda kullanılıyor; Ahmet Cevizci ise saçmayı felsefe sözlüğünde şu şekilde tanımlar:

Camus “Saçma” kavramını “Sisifos Söyleni” adlı eserinde uzun uzun irdeler. Camus’ya göre hayat bir alışkanlıklar bütünüdür, bir rutindir bu nedenle de gerçekten saçmadır ve ancak yaşamın bir alışkanlıklar yolculuğu olduğunu fark ederek bütün bu rutin içinde hayatını sorgulayan insanın saçmayı aşabileceğine düşünür.

Camus hayatın saçmalığını ise sadece dört durumda fark edilebileceğimizi söyler; bu durumlardan birincisi ve belki de en önemlisi modernizmin yani modern hayatın insan yaşamını rutin bir döngüsel yaşam anlayışı haline getirmesidir. İnsanların modern toplum içinde sürdürdükleri mekanik ve tekdüze hayatlar onları bir kısırdöngüye sürükler. Kısırdöngü içine giren insan ise yaşadığı hayatın değerini ve anlamını sorgulamaya başlar. Bu sorgulama onu Marx’ın “Yabancılaşma” kavramına kadar götürür. İnsanın önce hayatına sonra kendisine yabancılaşması.

Camus’ya göre saçmayı ayrımsadığımız ikinci önemli durum ise zaman olgusudur. Bu, Kant’ın duyularımızı aşan transandantal gerçeklik dediği ve hayatı sadece zaman ve mekân kavramları içinde deneyimlediğimizi söylediği zaman kavramıdır. İnsan zaten modern hayatın kendisine getirdiği yaşamın tek düzeliği ve anlamsızlığıyla mücadele ederken bu kez de zamanın akışıyla birlikte bu saçmalığı değiştiremeyeceğini fark eder. Bu farkındalık onu, aslında düpedüz zamanın esiri olduğu bilincine götürür. Zamanın durağan olmadığını anlayan insan Camus’ya göre böylece ikinci kez saçmayı fark eder.

İnsanın saçmayı fark ettiği üçüncü durum ise Varoluşçu felsefenin temel bakış açısı olan “dünyaya fırlatılmış olma” hissidir. İnsan bu dünyaya kendi isteğiyle gelmemiştir; Varoluşçuluğa göre o dünyaya fırlatılmıştır. Dünyaya fırlatılan insan tüm hayatı boyunca kendini değiştirerek ve dönüştürerek yolculuğuna devam eder.

Son olarak insanın saçma ile yüzleştiği an, belki de saçma duygusunun asıl kaynağı ve en son durağı olan ölüm kavramıdır. İnsanın bir gün öleceğini bilerek yaşaması onu saçmaya götüren dördüncü ve son durumdur.

Camus bu dört durumla hayatın saçmalığını fark eden insanın “Saçma” kavramını aşabilmesi için kendine sadece şu soruyu sorması gerektiğini söyler;

“Kendini mi öldürmeli yoksa bir kahve daha mı almalı?”

Yani hayatı kendi isteğimizle noktalamak yani intihar mı? Yoksa her şeye rağmen inanılmaz güzel bir kahve içer gibi delicesine bir coşkuyla, hayatı kucaklayarak büyük bir arzuyla yaşamak mı?

Camus bu iki çözüm karşısında intiharın yaşamın anlamsızlığı ve saçmalığı karşısında bir çözüm olmadığını, bir kez geldiğimiz ve bir daha gelmeyeceğimiz bu dünyada yaşamanın en büyük amacımız olması gerektiğine inanır. Ona göre insan, hayatının sonuna kadar modern dünyanın getirdiği uyumsuzluk duygusu ve beraberinde gelen kaygı hissiyle belki de Kierkegaard’ın bahsettiği o her şeyin üstünü örten kaygıyla mücadele etmelidir. Bu mücadelenin adı ise Camus’ya göre “Başkaldırı”’dır. Camus insanın mutlu bir varoluşa ancak bir başkaldırı ile sahip olabileceğini düşünür. Bu başkaldırı tıpkı Sisifos’un yaptığı gibi hayatın bütün olumsuzluklarına rağmen insanın varoluşsal kaygısını yok eden, ona yaşama gücü veren ve hayatı alabildiğine kucaklayan bir başkaldırı olmalıdır.

Kimdir bu Sisifos?

Sisifos’un Hikâyesi, Homeros’un Odysseia Destanında geçen mitolojik bir hikâyedir.

Sisifos, kardeşini aldatarak tahta oturmuş, kendi yaşadığı bölgeye hâkim olan kurnaz, düzenbaz, güçlü bir kraldır. Güç ve kudreti seven her insan gibi gücüne güç katmak daha da güçlü olmak istemektedir. Bu yüzden ne yapar eder Mitolojik Tanrıların en büyüğü olan Zeus’un sırlarına ulaşmayı başarır. Bir gün Zeus, nehirlerin tanrısı Asopos’un güzeller güzeli kızı olan Aegina’yı kaçırır ve onu herkesten saklar. Sisifos bu sırrı öğrenir ve öğrenir öğrenmez nehirler tanrısı Asopos’un yanına gider. Ona, kızını kimin kaçırdığını bildiğini ve ülkesine bereket getirecek, etrafı meyve ağaçlarıyla çevrili büyük bir nehir bahşetmesi karşılığında ona bu bilgiyi vereceğini söyler. O büyük ve bereketli nehir, Sisifos’un ülkesinde akmaya başlayınca Asopos’a, kızını Zeus’un kaçırdığını anlatır.

Zeus bu ihaneti öğrenince Sisifos’u cezalandırmak için ölüm tanrısı Thanatos’u görevlendirir. Ondan, Sisifos’u Yeraltı Dünyası’na götürerek zincire vurmasını ister. Thanatos, Zeus’un dediğini yapar ve Sisifos’u yeraltı dünyasına götürür. Fakat kurnaz Sisifos, Thanatos’u bir şekilde kandırmayı başarır ve onu zincirleyerek yeraltından kaçar. O günden sonra uzun bir süre dünyada kimse ölmez, herkes çok uzun süre yaşamaya başlar. Bu önceleri kimsenin dikkatini çekmese de bu durumu sonunda savaş tanrısı Ares fark eder. Girdiği her savaşta kimseyi öldüremeyince, Zeus’a haber verir. Ve olay ortaya çıkar. Thanatos zincirlerinden kurtarılır. Ölüm dünyaya tekrar geri gelir.

Zeus’un öfkesi artmıştır. Sisifos’a büyük bir ceza vermek ister. Sisifos’un cezası büyük bir kayayı dik bir tepenin zirvesine yuvarlayarak çıkarmaktır. Fakat Sisifos kaya ile birlikte tepenin zirvesine yaklaştığında kaya bir güç tarafından Sisifos’la birlikte aşağı yuvarlanmaktadır. Sisifos, işine yeniden başlamak zorundadır. Fakat her defasında kaya yeniden aşağıya yuvarlanır ve bu görev sonsuza dek tekrar, tekrar, devam eder. Çünkü Zeus, verdiği bu cezayla birlikte Sisifos’a bir de ölümsüzlük bahşetmiştir. Artık Sisifos’un sonsuza dek devam edecek bir cezası olmuştur.

Peki, sizce bizler bu hikayenin neresindeyiz? Zeus’un verdiği cezada mı? Yoksa Sisifos’un defalarca kayanın yuvarlanışını izlemesine rağmen yeni bir umutla kayayı yukarıya çıkarmaya çalışmasında mı?

Sizce de hepimiz 21. yüzyıl insanları olarak Zeus’un verdiği cezanın tam da ortasına doğmuş gibi değil miyiz?  Artık çevremizde o kadar çok Sisifos var ki; Her gün aynı yollardan geçerek işine giden, aynı işi tekrar tekrar yapıp aynı yollardan evine dönerek rutin bir hayatı ısrarla yaşamaya devam eden 21. Yüzyılın Sisifosları bizler değil miyiz? Bir gün mutlaka öleceğini bildiği bir dünyada ölüme rağmen, ölüme doğru yaşayan Sisifoslar.

Böyle düşündüğümüzde yaşam pek de anlamlı gelmiyor. Oysaki yaşarken, yaşamın anlamlı olup olmadığına karar vermek lazım. Camus, Türkçeye “Sisifos Söyleni” olarak çevrilen denemesinde “İnsan yaşamın anlamsızlığına ve tüm baskılarına rağmen direnmek zorundadır” der. Hayatın tüm tekrarlarına ve tüm anlamsızlığına rağmen yaşamaya devam etmek gerektiğini savunur. Ölüme karşı direnmenin anlamsız olduğunu bilmemize rağmen hayata sarılmak gerektiğini düşünür.

Sizce de bir defa geldiğimiz ve bir daha gelmeyeceğimiz bu dünyada bizlere yaşadığımızı hissettiren tek gerçek yuvarladığımız kayalarımız değil mi? Bence sevelim onları; çünkü eğer bir gün varoluşumuzu tamamlarsak bunu durmadan yuvarladığımız kayalarımıza borçlu olacağız.


Yorum bırakın