“Zaman” en, boy ve derinlik olarak üç boyutlu algıladığımız evrende algılayamadığımız dördüncü boyut olarak tanımlanır; kendi içinde parçalara ayırabildiğimiz bir kavramdır ama parçalara ayırabildiğimiz diğer şeylerden kesinlikle farklıdır.
Bir şeyi parçalara ayırdığımızda bir bütünü parçalara ayırmış oluruz ve bütünden ayırdığımız her bir parçayı yan yana görebilir ve istersek tekrar birleştirip bir bütün haline getirebiliriz. Oysa zaman parçalanabilir olmasına rağmen daha doğrusu parçalar halinde algılanabilir olmasına rağmen parçalarından biri çoktan olup bitmiş bir geçmiş zaman, diğeri ise daha olmamış olan yani bir hiç olan gelecek zamandır. Şimdiki zaman dediğimiz ise Aristoteles’e göre zaten zamanın bir parçası değildir çünkü onun geçmiş ya da gelecek zaman gibi bir ölçüsü yoktur. Bütünün parçalardan oluştuğunu düşünürsek şimdiki zamanı oluşturan her hangi bir parça bulamayız.
O halde zaman dediğimiz kavramın bir parçası, var olmuş ve artık olmayan bir geçmiş zaman, diğer parçası ise olacak olan ama henüz olmayan bir gelecek zaman ise şu an elimizde ne geçmiş ne de gelecek zaman yoktur diyebiliriz. Peki o halde zaman nerededir?
Zaman, birbiri ardınca sıralanan anlardır diyebilir miyiz? “An” daha önce var olmayan, var olduğunda ise bir süre sonra ortadan yok olacak bir şeydir. Yok olması da zorunludur çünkü yok olan her an yeni bir anı meydana getirir. Yeni bir anın olması için bir önceki anın ortadan kalkması ya da diğer bir ifadeyle yok olması gerekir.
“Zaman” kavramını yok olan şeylerle açıklayamasak da “Zaman” her şeye rağmen merhametsizce ileriye doğru gitmeye devam ediyor. Çünkü zaman akıcı bir şeydir, yanımızdan bir nehir gibi akıp geçer. Çünkü zaman tek yönlü hareket eden bir şeydir; bu yön sürekli ileriye doğrudur. Ve zamanın bir düzeni vardır; birbiri ardınca gelir ve bir süreklilik arz eder. Ancak bizler zamanın bu sürekliliğini yaşadığımız olaylar arasında ölçebiliriz. Mesela “sen uyandıktan sonra” deriz ya da “daha sen ilkokula başlamadan önce” deriz, yani ancak olaylar arasındaki ölçülebilir anları tanımlayarak bu sürekliliği anlayabiliriz.
Bu haliyle zaman, bütün olayların art arda sıralanabildiği bir arka plan gibi görünüyor. Ve bizler tüm değişen yaşantımızı, değişen umutlarımızı ve sürekli değişen beklentilerimizi bu arka planın önünde yaşıyor ve düşlüyoruz.
Bu nedenle zaman üzerine düşünmeye başladığımızda belki de ele almamız gereken ilk kavram “Değişim” olmalıdır. Diyalektiğin de babası sayılan Herakleitos da dünyada her şeyin durmadan değiştiğini, değişmeyen tek şeyin ise değişim olduğunu söylüyordu.
Zaman ile değişim arasındaki bu gözle görülür ilişki Herakleitos ve Aristoteles’e kadar giden bir tartışmaya dayanır. Her şeyin sürekli bir devinim içerisinde olduğunu söyleyen Herakleitos’dan yıllar sonra Aristoteles sistematik bir filozof olmanın da getirdiği düşünce yapısıyla zamanın “Nun” adını verdiği ve Türkçeye “An” olarak çevirdiğimiz kavram ile ele almayı tercih etmiştir. Aristoteles zamanı, hareket halinde olan varlıkların birbirleriyle kurdukları öncelik ve sonralık ilişkisi olarak tanımlar. Aristoteles’e göre zaman ancak hareket etme potansiyeli olan varlıklar için söz konusudur.
Aristoteles’in bu düşüncesine yüzyıllar sonra henüz zaman kavramının fizik bilimiyle tanımlanamadığı bir dönemde Ortaçağ filozoflarından Augustinus karşı çıkmıştır. O, idrak etmeyi şimdiki zaman, hatırlamayı geçmiş zaman ve beklentiyi ise gelecek zaman olarak tanımlayarak zamanın harekete bağımlı olduğunu reddedecektir. Evrende hiçbir hareketin olmadığı bir durumda bile zihnimizde zamanın varlığını anlayabileceğimizi söyleyecektir.
Augustinus’dan yüzyıllar sonra ise fiziğin ilerlemesiyle birlikte Aristo fiziğinden Newton fiziğine geçilmiş böylece yeni bir evren anlayışı oluşmuştur. Bu yeni evren anlayışı zamana dair yeni düşünceleri de beraberinde getirmiş, Aristo fiziğindeki zamanın harekete bağlı olduğu anlayışı, Newton fiziğinde yerini hareketin zamana bağlı olduğu anlayışına bırakmıştır. Zamana dair yapılan bu yeni açıklamanın en önemli sebebi, Newton fiziğinin getirdiği mutlak zaman anlayışıdır.
Mutlak Zaman ve İlişkisel Zaman
Mutlak zaman anlayışı, Aristo fiziğinin açıkladığının aksine zamanın her türlü hareketten ve evrendeki tüm varlıklardan bağımsız olarak kendi başına var olduğu söylüyordu. Aristo Fiziğinin nesnel zaman anlayışıyla açıkladığı zamanın hareket, değişim gibi fiziksel öğelere bağlı olduğu görüşünü reddediyor, öznel bir zaman anlayışını yani zamanın insanın düşüncesine bağlı olduğu görüşünü de kabul etmiyordu. Mutlak zaman anlayışı nesnelerin nerede olduklarını nasıl ki “Mekân” kavramıyla tanımlıyorsak, varlıkların hangi zamanda olduklarını da “Zaman” kavramıyla tanımlanması gerektiğini ve bu bağlamda zamanın fiziksel veya zihinsel hiçbir varlığın etkisi altında kalmadan sadece ileriye doğru aktığını savunuyordu.
Dönemin diğer filozoflarından Rene Descartes ve John Locke gibi isimler de mutlak zaman anlayışını benimsemişlerdi. Onlar zamanın ne ölçtüğümüz gibi ne de hissettiğimiz gibi olduğunu, başlı başına bir varlık olduğunu hatta diğer tüm varlıkların var olmasını sağlayan bir yapıda olduğunu söylüyorlardı.
Leibniz, Spinoza, Hume ve Berkeley gibi düşünürler ise “Mutlak Zaman Anlayışı”’nın karşısında yer alacak, zaman ve mekânın birer varlık olmadıklarını, madde ile aramızdaki bağlantıyı sağlayan ilişkiler topluluğu oldukların söyleyerek “İlişkisel Zaman Anlayışı” olarak tanımladıkları bir düşünceyi benimseyeceklerdi.
Leibniz ‘e göre zaman, içindeki olay ve süreçlerden bağımsız bir varlık değildir, aksine birbiri peşi sıra gelen olaylar bütünüdür. Leibniz bu birbiri peşi sıra gelme ilişkisini “Nedensellik” kavramıyla açıklar. Bu açıklamaya göre ardışık iki durumdan biri diğeri için bir nedendir. Yani birinci durum önce, ikincisi ise sonra olarak kabul edilir. Leibniz’e göre şeyler arasındaki nedensellik ilişkisine dayanan bu öncelik sonralık bizdeki zaman kavramının temelidir.
Bu iki görüş Einstein’e kadar yani neredeyse iki yüz küsür yıllık süreç içerisinde “Zaman” kavramını açıklayan en yaygın görüşü olmuştur.
İzafi Zaman
20. yüzyılın başına kadar geliştirilen zaman düşünceleri hiçbir şekilde zamanın izafi yani göreceli olabileceğini akla getirmemişti. Einstein’a kadarki düşüncelerin hepsi zamanın herkes için aynı olduğuna kabul ediyordu. Aristoteles için zaman harekete bağlıydı fakat harekete bağlı olsa da bu hareket mutlak bir uzayın içerisinde var olan ve herkes için aynı sonuçları doğuran bir hareketti. Yine Leibniz, Spinoza, Hume ve Berkeley’in ilişkisel olarak tanımladıkları zaman anlayışı da herkes için ortak sonuçlar doğuran bir zaman olarak görülmekteydi. Ancak zamanın izafiliğini ortaya koyan Einstein için zaman, hareket eden kişiye göre, o kişinin bulunduğu ana göre hızlanan veya yavaşlayan bir yapıdaydı.
Einstein ile gelen yeni dönemle birlikte zaman, duyu organlarımızla algılayabildiğimiz en, boy ve derinlik olarak bilinen üç boyutlu uzay ve maddenin yanında algılayamadığımız bir dördüncü boyut olarak tanımlandı.
Einstein fiziği, maddenin kütle çekimi ve hızın artmasıyla zamanın yavaşladığını tespit ederek izafi zaman anlayışını ortaya çıkarmıştır. Albert Einstein’ın İzafiyet Teorisi olarak bilinen bu teorisine göre bir maddenin kütle çekimi ışık hızına yaklaştıkça zaman kişiler ve maddeler için yavaşlar. Eğer o kişi ya da o madde ışık hızında hareket edecek donanımda olursa zaman o kişi ya da o madde için yok olur.
Einstein’ın İzafiyet Teorisi zaman kavramını açıklayan son düşünce midir? Tabii ki hayır. Eminiz ki İzafiyet Teorisi ’de zamanı anlamaya çalıştığımız son anlayış olmayacaktır. Çünkü herkes tarafından kabul edilen bir şey vardır ki zaman değişim demektir. Ve geçen zaman içinde değişmeden kalabilen hiçbir canlı, hiçbir olay ve hiçbir durum olmadığı gibi “Zaman” kavramını anlamaya çalışan insanoğlunun da gerek felsefi gerek bilimsel çerçevede geliştirdiği anlayışlar da değişmeye devam edecektir.
