Ötekileştirmeden Yaşamak

Solcuları sevmedik, komünistlerden nefret ettik, Alevileri hor gördük, Kürtler zaten doğuştan suçluydu, Solcu Türkler ise bizim için hep arka mahallenin kötü çocukları oldu. Sırtımızı döndük. Sırtımızı döndüklerimiz sadece onlar mıydı? Tabii ki hayır. Bazılarımız milliyetçileri hiç sevmedi; ırkçı yaftası yapıştırdı hemen, kimimiz ise daha yumuşak geçişler yaptı; ulusalcılardan nefret etti.  Yetmedi farklı dini inançları yaşayanları bizim gibi inanmadıkları için ötekileştirdik sonra işler daha da kolaylaştı bizim gibi yaşamayan, bizim gibi düşünmeyen, bizim gibi inanmayan kim varsa ötekileştirmeye karar verdik. Ve sonunda, aklın terk ettiği o boşluğu kocaman bir karanlık doldurdu. Hakikat yerini kör inanca, umut ise yerini korkuya bıraktı.

Ötekileştirdiğimiz distopik bir dünyaya hoş geldiniz!

Hepimiz doğduğumuz andan itibaren içine doğduğumuz bu gerçek dünya dışında kendimize ait öznel bir dünya yaratırız. Sadece kendimize ait olan bu öznel dünya yaşadığımız süre boyunca düşüncelerimizi, duygularımızı ve yaşam tarzımızı şekillendirir. O artık bize ait olan bir öznel dünyadır. Bizi birbirimizden ayıran, dışarıdan bağımsız, kendi kuralları ve anlamlarıyla var olmamız sağlayan kendimize ait bir öznel dünya.

Dışarısı dediğimiz yer ise yaşadığımız gerçek dünyadır.

Gerçekten de var olduğu günden beri bizden bağımsız olarak canlı ya da cansız nesnelerle dolu olan bu dünya bizim için her zaman dışarısı olmuştur.  Ve dünya bize göre öyle bir dışarısıdır ki kendi ötesinden başka hiçbir dışarılığa izin vermeyen bir dışarıdır. Bizim için dünyanın dışında da başka bir dışarı yoktur zaten.

Peki eğer bir “dışarısı” varsa düz mantığa göre bir “içerisi” de olmak zorunda değil midir?

O halde içerisi neresidir?

Eğer dünya bizim için dışarısıysa bize ait olan tek şey “içselliğimiz”

İçsellik, insanın kendi varlığına dönük düşüncelerini, duygularını ve algılarını kapsayan, dış dünyanın ötesinde, tamamen kişisel bir alandır. Fakat kendi öznel dünyamız yani içselliğimiz her ne kadar dışarıdan bağımsız olsa da dışarıda olup biten her şeyin kişisel bir yansımasıdır aslında. Bu yüzden dışarıdaki olaylar ve nesneler, ancak biz onlara bir anlam yüklediğimizde gerçek bir varlık kazanır.

Her birey dışarıyı kendi bakış açısıyla ve anlama kapasitesiyle anlamlandırır. Bu yüzden her bireyin içselliği birbirlerinden farklı olduğu gibi dünyaya bakış açıları da farklıdır. Bu nedenle, dış dünya herkes için ortak bir mekân olsa da her birimizde farklı yankılar uyandırır.

İçsel dünyamızı ise dış dünyayı nasıl deneyimlediğimizi belirler. Karşımıza çıkan nesneler ve olaylar, herkes için aynı gibi görünse de aslında her birimiz bu nesne ve olayları kendi içselliğimizde anlamlandırırız. Bir kişi için sıradan bir günbatımı, bir başkası için derin bir melankoli kaynağı olabilir; çünkü anlamlar, içsel dünyamızın ürünüdür. İşte bu nedenle, birbirimize ne kadar yakın olursak olalım, kendi iç dünyamızda her zaman bir farklılık barındırırız.

İşte bu farklılık belki de insanın en derin gerçeğidir.

Eğer bu yazdıklarımı daha geniş anlamda bireyden topluma yöneltirsek toplumları birbirlerinden farklı birçok düşünceyi, birçok yaşam tarzını ve birçok kültürel unsuru içinde barındıran heterojen varlık alanları olarak tanımlarız. Ve unutmayalım ki heterojen karışıma sahip yapılar, yapıyı oluşturan bileşenlerin yapı içinde eşit miktarda bir dağılıma sahip olmamaları yüzünden kendi içinde bile farklılık gösteren yapılardır.

En geniş heterojen bileşene sahip olan yapılar toplumlardır. Toplumu meydana getiren insanlar da tıpkı toplumlar gibi tarihseldirler. Tarihsel süreç içinde var olan insanoğlu süreç içinde her zaman aynı kalmayan, dönüşen ve evrilen canlılar oldukları için yaşadıkları toplumları da dönüştürürler. Ve tarih bize göstermiştir ki; İnsanların düşünsel anlamda ki bu dönüşümü bazen çok yavaş bazen çok hızlı gerçekleşse de er ya da geç mutlaka gerçekleşmektedir. Ve/fakat tarih bize her zaman şunu da göstermiştir; değişim ancak muhalif olmakla, kabul etmemekle, statükoya karşı çıkmakla ve yenilenmekle birlikte geliyor. Bu yüzden dün karşı çıktığımız ve kabullenemediğimiz bir çok düşünceye bugün daha olgun ve daha kabullenir bir pencereden bakabiliyoruz zaten farklılıklarımıza rağmen ortak bir hayatı devam ettirebilmek istiyorsak, bu hepimiz için bir zorunluluk olmalıdır.

İnsanoğlu dünyaya gelirken ona dünyaya gelmek isteyip istemediği sorulmaz; bu dünyaya gelmiş olmamız bize ait bir seçim değildir. Bu düşünce Varoluşçu bir düşüncedir ve Varoluşçu düşünür Jean-Paul Sartre bu düşünceyi birkaç basamak daha öteye götürerek olgusal koşullarımızın seçiminin de bize ait olmadığını söyler. Yani bu dünyaya gelirken anamızı babamızı, doğacağımız coğrafyayı, zengin bir ailenin çocuğu olup olmamayı, mensup olduğumuz dini, milliyetimizi ya da etnik grubumuzu seçmek kendi elimizde olmadığını anlatmaya çalışır. Ayrıca cinsiyetimiz, göz rengimiz, boyumuz ve daha birçok biyolojik özelliğimiz de bizim seçimimizle bize verilmez. Sosyoloji, seçimi bize ait olmayan bu olgusal koşulları “Doğuştan Kazanılmış Farklılıklar” olarak tanımlar.

Mesela Türk olarak doğmak, Ermeni ya da Kürt olarak doğmak; Müslüman veya Hristiyan bir ailede dünyaya gelmek ve bunun gibi doğumla kazandığımız farklılıklarımız kendi seçimimizle elde etmediğimiz bize ait ama bizi biz yapan mutlak özelliklerimiz değildir.

Birde “Sonradan Kazanılan Farklılıklarımız” vardır. İşte bunlar bizim kendi seçimlerimizdir. Karakterimizi ya da düşünce yapımızı geliştirmek, yaşadığımız dünyada olanların farkına varmak bizim elimizdedir; daha iyi, daha dürüst ve daha erdemli bir insan olmak için çalışmak bizim elimizdedir… Jean-Paul Sartre tüm bu yazdıklarımı tek cümleyle şöyle dile getirir;

“İnsan kendisinden ne yaratırsa ondan ibarettir”

Yani aslında bizi biz yapan özelliklerimiz doğumumuzdan sonra ya da Martin Heidegger’in kelimeleriyle söylersek “Dünyaya fırlatıldıktan sonra” kendimize kattıklarımızdır.

İnsanoğlu yaratılışı gereği toplumsallaşmak isteyen, toplumsallaşmaya ihtiyaç duyan bir canlıdır. Bu yüzden insanlık ilkel toplumlardan başlayarak hep bir toplum içinde yaşayagelmiştir. Toplum ise Doğuştan ve sonradan kazanılmış farklı özelliklere sahip kişi ve grupların belirli kültür, inanç ve normlar etrafında bir araya gelmesiyle meydana gelen dinamik bir yapıdır.” Bu bağlamda toplumların en belirgin özelliği de farklılıklar üzerine inşa edilmiş olmalarıdır.

Toplum içinde yaşayan birey bulunduğu toplumda yaşarken o toplumun kültürünü, yaşam tarzını, inançlarını yani sosyal yaşamda yer alan o topluma ait özelikleri ve aynı zamanda farklılıkları da öğrenir; işte bu öğrenme sürecine “Toplumsallaşma” denilmektedir.

İnsanlar toplumsallaşırken kendilerini belirli bir grup içinde bulur ve bulundukları gruba ait olduklarını hissederler. Ve her zaman, her konuda olmasa bile bu gruplar içinde belirledikleri ortak değerler için yaşarlar.

Yine insanlar bulundukları grup içinde adı açıkça bu olmasa bile “Öteki” olarak algılanan “Ötekileştirme” kavramını da toplumsallaşma süreci içinde öğrenirler. Bulunduğu grup içinde toplumsallaşan birey grup içinde ya da kendi grubu dışında kendisinden farklı düşünen, farklı yaşayan bireyleri tanıyarak ötekinin farkındalığına ulaşır.

“Ötekileştirme” kavramının en bilineni milliyetler arasında yapılan “Irkçılık” kavramıdır. Irkçılık; “İnsanların toplumsal özelliklerini ırksal özelliklerine indirgeyerek bir ırkın öteki ırklara göre üstün olduğunu öne süren öğretidir.” Fakat ötekileştirme kavramı sadece ırklar arası yapılan ayrımı tanımlamak için kullanılmaz; maalesef cinsiyet, din, dil, mezhep, sınıf, ten rengi, siyasi düşünce, yaşam tarzı gibi farklılıklar içinde ötekileştirme yapılmaktadır.

Oysaki çok klişe bir tabirle “farklılıklarımız zenginliğimizdir” düsturunu gerçekten benimsersek; bu topraklarda yaşayan halkların her birinin bu vatana hatta genel anlamda bu dünyaya kattıklarını bir zenginlik olarak görmeyi başarabiliriz. İşte o zaman ötekileştirmenin ne kadar anlamsız olduğunu hatta bırakın ötekileştirmeyi, toplumsal farklılıklarımızın bir öneminin olmadığını aslında herkesin birbirine ne kadar eşit olduğunu göreceğimizi düşünüyorum.

Mesela bu topraklarda 18. ve 19. Yüzyıllarda yaşamış olan ve Osmanlı Padişahları tarafından yaptırılan birçok mimari eserde imzası bulunan Balyan Ailesinin, Ermeni olması bizim için gerçekten önemli midir?

Belki de artık kendimize şu soruyu sormamız gerekiyor; Balyan Ailesinin, bugüne kadar bu topraklar üzerinde yapmış oldukları eserlerden mesela Çırağan Sarayı, Dolmabahçe Sarayı, Kuleli Askeri Lisesi Binası, Selimiye Kışlası, Gümüşsuyu Askeri Hastanesi, Malta Köşkü ve Bezmialem Valide Sultan Camii, Ortaköy Camii, Hamidiye Camii, Pertevniyal Valide Sultan Camii gibi muhteşem mimari eserler bizim değil de ötekilerin eserleri mi? Ya da Tiyatromuzun kurucusu Agop Vartiyan’ı, ilk opera topluluğunu kuran, ilk operetimiz Dikran Çuhacıyan’ı hatta Tomas Fasulyeciyan’ın o unutulmaz tiradını da ötekileştirmemiz mi gerekiyor?

Sadece Kürt oldukları için onları ötekileştirseydik mesela bir Yaşar Kemal’imiz ya da bir Ahmed Arif’imiz olur muydu? Doğunun o güzel uzun havalarını, halaylarını, halk oyunlarını, ağıtlarını, türkülerini hatta belki de acılı çiğköfteyi de ötekileştirmemiz mi gerekecek?

Sadece doğduklarında anneleri Lazca konuştuğu için anadilleri Lazca olan ve Laz olduklarını söyleyen güzelim Karadeniz insanlarını, onların fıkralarını, takalarının ardında bıraktığı köpük köpük dalgaları, sabah kahvaltısında bayıla bayıla yediğimiz muhlamayı, hamsi tavayı, mısır ununu, horonu, hatta neşe içinde dinlediğimiz Karadeniz türkülerini belki Kazım Koyuncu’yu ya da Volkan Konak’ı da ötekileştirmek mi lazım?

Hadi yapalım, ötekileştirdiğimiz her şeyi ama her şeyi hayatımızdan çıkartalım sadece bize ait olanlarla mutlu olmaya çalışalım, bakalım elimizde kalanlarla mutlu olacak mıyız? Emin olun ki ötekileştirdiğiniz her şeyde biraz daha yalnızlaşacaksınız.

Sevgili Enis Batur ne güzel söylemiş;

“Hiç kimsenin sizi tanımadığı bir şehrin istasyonuna inmediyseniz, som yalnızlık nedir bilmezsiniz… Ondandır gri yakışır şehir garlarına”

Artık bırakalım yalnızlık şehir garlarına ait olsun. Daha fazla yalnızlaşmamak için ötekileştirmekten kurtaralım kendimizi…

Bunu başarmanın tek yolunun ise empati yapabilme becerisi olduğunu düşünüyorum. Empati yapmak bizi her türlü ötekileştirmeden uzaklaştırır. Fakat empati yapabilmek için de empati yapacağımız insanı tanımak da çok önemlidir hatta belki de zorunludur. Çünkü insan tanımadığı herhangi bir şeyin yerine kendini koyamayacağı gibi; insan bilmediği, tanımadığı şeylerden nefret de edebilir.

Yazının başında da dediğimiz gibi unutmayalım ki bu dünya bize göre öyle bir dışarısıdır ki kendi ötesinden başka hiçbir dışarılığa izin vermeyen bir dışarıdır. Ve bu dünyanın dışında başka bir dışarı da yoktur zaten.

Ne mutlu ötekileştirmeden yaşayabilene…


Yorum bırakın