Mutluluk ya da Özgürlük

“Ellerinde bilim var; ama maddeden başka bir şey tanımayan bilim… İnsan varlığının en soylu yanı olan duygu artık inkâr ediliyor; zaferle, hatta nefretle reddediliyor. İnsanlar, hele şu son zamanlarda bir özgürlük teranesi tutturdular; neymiş bu peşinde koştukları özgürlük! Yalnızca esirlikten ibaret! Çünkü insanlara, “Sen bütün ihtiyaçlarını tatmin etmeye bak, sen de diğer bütün insanların haklarına sahipsin” deniliyor. “İhtiyaçlarının giderilmesi konusunda hiç çekinme, hatta isteklerini alabildiğine artır!” Bugün herkesin dilinde bu var, özgürlük böyle anlaşılıyor. İhtiyaçları alabildiğine genişletmek hakkı bize ne kazandırır? Zenginleri yalnızlığa, duygusal çöküntüye, yoksulları ise kıskançlığa ve suç işlemeye götürür. Çünkü hak bağışlanırken ihtiyaçların giderilme yolları gösterilmiş değildir.”

Yukardaki satırlar ünlü yazar Dostoyevski’nin 1879 yılında yazmış olduğu “Karamazov Kardeşler” romanından bir alıntı. Geçen yüz kırk yılda ne değişti? Hala ihtiyaçlarımızı sonuna kadar gidermeyi özgürlük mü sanıyoruz?

George Catlin “Aşkın dışında hiç bir söz özgürlük kadar yanlış kullanılmadı” der. Gerçekten de bizler özgürlüğü hep yanlış mı anladık? “Özgürlük” son yüzyılın belki de en önemli kavramı. Evet, özgür bir dünyada özgür insanlar olarak yaşıyoruz. Özgürüz ama kimin için? Bunun cevabını bileniniz var mı?

Yirmi birinci yüzyıl insanları olarak artık o kadar hızlı yaşıyoruz ki belki de bu yüzden istesek de istemesek de her gün yeni deneyimlere yelken açıyoruz. Bu yüzyılda yeni deneyimlerimizi özgürlük adı altında en fazla sosyal medya bize getiriyor. Her gün 4,5 GB hızıyla internete giren elimizdeki avuç içi kadar telefonlarımızla Facebook, Twitter, Instagram kullanarak yeni dünyaları ayaklarımıza seriyoruz. Sanal bankacılıkla bankaya bile gitmeden tüm ticari işlerimizi evimizden halledebiliyor, milyonlarca filmi sinema salonuna gitmeden evimizdeki koltukta izleyebiliyoruz. Ve bizler sanal dünyanın bize sunduğu bu özgürlüğü yaşarken internette girdiğimiz her kelime birileri tarafından veri olarak toplanıyor. Ve bir an da yeni dünyaların özgür gezginleri olarak reklam firmalarının potansiyel müşterilerine dönüşüveriyoruz.

Sanayi devrimi makineleşmeyle geldiğinde makinelerin herkesi işsiz bırakacağı düşünüldü. Çünkü insanların fiziki güçleriyle yaptığı her şeyi artık makineler çok daha kolay yapıyordu. Makineler insanın fiziksel gücünü aldı ve yerine yeni iş kolları yarattı. Sonra bilgisayar çağı geldi bu kez de insanın zihinsel gücüne el koydular. Artık insanların zihin gücüyle yaptığı birçok şeyi bilgisayarlar çok daha az bir zamanda yapabiliyordu. İnsanın elinde sadece sezgisi kalmıştı. Çünkü henüz duygularıyla ve sezgileriyle hareket eden insanın bir olay karşısında nasıl davranacağı bilinmiyordu. Artık onu da ele geçirdiler. Her anımız, yaptığımız her hareket teknolojiyle kayıt altına alınıyor.

Ne giyiyoruz? Hangi ayakkabı modelini daha çok beğeniyoruz? Ne okuyoruz? Neyi seviyoruz? Nerelere gidiyor, paramızı nerelerde, nelere harcıyoruz? Hepsi ama hepsi artık biliniyor. Çünkü onlar artık hayallerimizin de peşindeler.

Bizler seçimleriyle hareket eden canlılarız. Yaşadığımız her şey bir seçimin sonucu. Belki de seçtiğimizi zannettiğimiz bir seçimin… Çünkü artık her şeyi onlar belirliyor. Her seçimimiz için bize sınırsız seçenekler sunuyorlar. Elimizdeki telefon, evimizdeki televizyon, masamızdaki bilgisayar bizimle ilgili bütün istediklerini onlara tek tek iletiyor. Biz ise sadece seçtiğimizi zannediyoruz.

Artık her yerimiz teknoloji, teknolojisiz bir hayat düşünemiyoruz. Sabah uyanır uyanmaz telefonumuz elimizde oluyor. Elimizde telefonumuz olduğu sürece “Her gün mutlaka kendinizle baş başa kalacağınız bir zamanınız olsun” diyen Tarkovski’ye inat, hiç yalnız kalmıyoruz. Yediğimiz yemekleri, gittiğimiz gezileri, okuduğumuz kitapları, aşklarımızı, arkadaşlarımızı, ailemizi durmadan hiç durmadan paylaşıyoruz. Çünkü zamanın ruhu artık bunu gerektiriyor.

Sürekli beğenilmek gibi bir gayretimiz var. Ne kadar çok beğenilsek bile hep daha çok beğenilmek istiyoruz.  Tek bir derdimiz var içimizde bir türlü dolmayan boşlukları doldurmak. İçimizdeki o boşluklar yalnızlığımızın nedeni, kim bilir belki de boşluklarımızın nedeni yalnızlığımız bunu da bilmiyoruz.

Ben kendi adıma çok uzun zamandır etrafımda giderek yalnızlaşan, yaşadığı çevreye yabancılaşan insanlar görüyorum. Sanki herkes her gece aynı şeyleri yapacakları bir sabaha uyanmak için uyuyor ve yine her sabah, aynı şeyleri yapmak için uyanıyorlar. Ah, Marx yine haklı çıktın demek istemezdim ama yirmi birinci yüzyıl insanlığının başını gelecekleri ne de güzel tahlil etmişsin meğer…

Ve Dostoyevski o büyük dahi yazar durmuyor yüzyıllar önce “Karamazov Kardeşler” de bakın neler diyor;

“Oysa kişiliğini belirtmek için kendini geliştirmeye çalışan insan, bu çabalamanın sonunda ruhsal bir yalnızlığa düşer. Böylece dolgun, dört başı mamur bir hayat yerine manevi bir intiharla yüz yüze gelir. Evet, yüzyılımızda herkesin tekliğe kaçması, kendi kabuğuna çekilmesi, varını yoğunu başkalarından kaçırması insanları sadece hemcinslerinden uzaklaştırmak, karşılarındakini de kendinden nefret ettirmek sonucunu veriyor. Biriktirdiği servetin miktarı arttıkça ‘Artık kudretliyim, hiçbir ihtiyacım kalmadı!’ diye düşünüyor. Akılsızın, ne kadar çok biriktirirse kendisini o ölçüde ölüme götüren bir iktidarsızlıktan haberi yok, çünkü yalnız kendine güvenmeye alışmıştır o. Toplumda tek olarak sivrilmiş, ruhunu insanlara, insanların yakınlığına inanmamaya alıştırmıştır. Elde ettiği parayla sağladığı hakları yitirmemekten başka derdi, tasası da yoktur”

Karamazov Kardeşler’de İvan Karamazov’un tespitleri sanki bu yüzyılı anlatıyor gibi değil mi? İnsanoğlu değiştim zannederken meğerse yüz kırk yılda duygusal olarak bir adım bile ileri gidememiş. Çünkü hala tatminsiziz, hırslıyız ve artık sadece tek bir hedefimiz var güçlü olmak. Neye ve kime karşı güçlü olmamız gerektiğini bile bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey bu yüzyıl güçlü olanların yüzyılı.

Farkında değil misiniz mutluluğu aradığımız yerleri bile değiştirdiler. Artık çabuk tüketiyor, çabuk sıkılıyor ve çok çabuk vazgeçiyoruz. Bu yüzyıl güçlü ve hızlı yaşayanların yüzyılı oldu. Mesela eskiden emekli olunca mütevazı bir sahil kasabasına yerleşmek gibi bir hayal vardı. Belki bir hayaldi ama hep içimizi ısıtan bir hayal değil miydi? Şimdiler de böyle bir hayali olan kaldı mı? Çünkü emin değiliz; artık hayallerimizden bile mutlu olup olamayacağımızdan emin olmadığımız bir çağdayız. Pişman olmak korkusuyla yüzleşmek, pişman olmaktan çok daha korkunç.  

Marcel Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” adlı yedi ciltlik o muhteşem romanındaki Bay Swann deliler gibi âşık olduğu neredeyse tüm hayatını feda ettiği o büyük aşkının yıllar sonra aslında hiç de istemediği bir kişi olduğunu fark ettiğinde “Benim için hiç de uygun biri değilmiş hayatımı uğruna harcadığım kadın” diyordu. İşte belki de korktuğumuz Bay Swann’ın o büyük korkusunu yaşamak. Sadece aşklarımızda bile değil belki de tüm seçimlerimizde.

Ah, yirmi birinci yüzyıl! Kendine bile yabancılaşan sahte aşkların, yalancı mutlulukların, art niyetli dostlukların yüzyılı. Ve bizler yirmi birinci yüzyıl insanları olarak artık henüz yaşanmamış aşklarımızı bile sahte mutluluklar için şeytanla takas etmeye o kadar hazırız ki…

Dostoyevski’nin “Karamazof Kardeşler” romanındaki “Büyük Engizisyoncu” bölümü günümüzdeki sahte mutlulukları öngören güçlü bir eleştiri ve hala edebiyat tarihinde muhteşem metinlerden biri olarak kabul edilir.

Bu bölümde ortanca kardeş İvan, küçük kardeş Alyoşa’ya yazdığı bir hikâyeyi anlatır. Bu hikâyede olay 16. yüzyılda Sevilla’da geçer. Bölgenin rahibi “Büyük Engizisyoncu” olarak bilinen, acımasız kararlarıyla insanları “Tanrının yüce buyruğu uyarınca” meydanlarda yakarak kilisenin iktidarını korumaya çalışan bir kişidir. Verdiği acımasız kararlara uymaları için insanlara durmadan sahte mutluluklar dağıtır. İnsanlar kendilerine sunulan sahte mutluluklara o kadar alışmışlardır ki rahibin kararlarına itiraz bile etmezler. Ve işte böyle bir ortamda bir gün Sevilla’nın meydanına beklenen İsa Mesih iner.  Onun gökten inişini gören insanlar şaşkınlıkla, gözyaşlarına boğulurlar. Ve gökten inen İsa, ademin evlatlarına mucizeler dağıtmaya başlar; çocukluğundan beri kör olan bir adamın görmesini sağlar, yedi yaşında ölmüş bir kız çocuğunu kilisenin meydanında tabutundayken diriltir. Bir gün önce kararlarına uymadıkları için o meydanda yüz kişiyi yakmış olan Büyük Engizisyoncu bu olanları uzaktan izler ve muhafızlarına İsa’yı yakalamalarını emreder. Halk rahibin bu emrine karşı çıkamaz.

Akşam zindanda İsa’yı ziyaret eden rahip “Sen gerçekten o musun” diye sorar ve cevabı beklemeden ekler, “Sus yanıt verme, zamanında söylemiş olduklarına en ufak bir şey eklemeye hakkın yok. Neden gelip düzenimizi bozuyorsun? On beş asır boyunca senin çıkardığın hürriyet belasıyla uğraştık. Ama sonunda onu senin adına nihayete erdirdik. Bugün insanlar bütünüyle hür olduklarına, her zamankinden daha fazla mutlu olduklarına artık o kadar çok eminler ki üstelik bize özgürlüklerini kendileri getirip tam bir itaatle ayaklarımızın dibine yine kendileri bıraktılar. Çünkü onlar bize itaat etsin diye biz onlara özgürlük adına ekmek verdik”

Peki, bu yüzyılda özgürlük adına bize verdikleri nedir? Mutluluk mu? Bizler bizi gerçekten neyin mutlu ettiğini bilmediğimiz sürece onların bize sundukları mutluluklarla mutlu olmaya devam edeceğiz. İnsanoğlu karşı karşıya kaldığı bu müthiş ikilemi ya çözmekten vazgeçerek mutlulukları pahasına özgür iradelerinden vazgeçip tüm sorumluluğu başkalarına devrederek onların kendilerine sunduğu mutluluklarla mutlu olmaya devam edecek ya da bu ikilemi çözmek adına kendilerine verilen sahte mutluluklarından vazgeçerek tüm sorumluluğu üstlenecektir.


Yorum bırakın