Sevmek Mi Yoksa Sevilmek Mi?

Yaşanılan her deneyim sonrası hissedilen duygu o deneyimde deneyimlenen nesneyle ilgi değil birebir özneyle yani benimle ilgilidir. Duyusal olan hiçbir his bana o duyguyu hissettiren nesnenin kendisinde olamaz çünkü özneyi yani beni deneyimin içinden çıkardığınızda nesnenin hissettirdiği duyusal hislerin hiçbirinin bir anlamı kalmaz.

Yani şunu diyorum; Bir elmayı yemeden o elmanın tadını bilemeyiz. Fakat burada sorulması gerekli olan esas soru şudur; biz elmanın tadını deneyimlediğimizde hissettiğimiz duygu her ne ise o zaten elmanın içinde miydi yoksa biz elmayla bir deneyim içine girdikten sonra mı o elmanın tadını ve o tadın bizde uyandırdığı duyguyu hissettik? Tabii ki herkesin kabul edeceği gibi deneyimden önce elmanın tadını bilmek olanaksız.

O halde elmayla deneyimsel bir ilişki içine girmeden o elmanın tadının nasıl olduğunu dahi bilemiyorsak bu dünyada hissettiğiniz duyguların size kimin hissettirdiğini sanıyorsunuz?

İngiliz filozof John Locke deneyim sırasında deneyimi yaşadığımız nesnenin bize hissettirdiği duyumların nesneye ait olan özelliklerden kaynaklandığını söyler ve nesneye ait bu özellikleri Birincil Nitelikler ve İkincil Nitelikler olarak ikiye ayırır.

Birincil Nitelikler olarak adlandırılan, nesnenin matematiksel terimlerle ifade edilen ve nesnenin bizzat kendisinde olan nitelikleridir. Birincil Nitelikler kesinlikle özneye yani bana bağlı olmadan nesnenin içinde zaten mevcut olan nitelikleridir. Mesela nesnenin uzunluğu, genişliği, derinliği, büyüklüğü ya da hareketi nesnenin birincil nitelikleridir. Buna karşın İkincil Nitelikler ise renk, ses, koku gibi duyumlanan niteliklerdir. Bu niteliklerin varoluşları ise öznenin yani benim duyumlama ya da algılama faaliyetime bağlıdırlar. Yani İkincil Niteliklerin varlığı ancak nesnenin bir özneyle teması sonucunda ortaya çıkar. Az önce tattığımız elmanın tadı gibi…

Bu enteresan bilgi bizi şu ayrıma götürecektir; yaşadığımız dünyada etrafımızda bulunan tüm fenomenlerin yani canlı ya da cansız tüm nesnelerin sadece kendilerine ait olan ve varlıklarını biz olsak da olmasak da devam ettirdikleri nitelikler ile varlıklarını bizim onlarla ilişki içine girmemize borçlu olan nitelikleri ayrımına.

Eğer buraya kadar okuduklarınızı kabul ettiyseniz artık şunu söyleyebiliriz; bu dünyada hissettiğimiz her duygu bir deneyimin sonucudur ve bir deneyimleyen olmadan bir duyguyu hissetmek imkânsızdır. Mutlak gerçek olan şey ise sadece ve sadece hissettiğimiz duygulardır çünkü her şeyden şüphe etsek bile duygularımızdan asla şüphe edemeyiz.

Fuzuli’ye sormuşlar; “Sevmek mi daha güzeldir yoksa sevilmek mi?” diye.

Usta şair “Sevmek” demiş “Çünkü insan sevildiğinden hiçbir zaman emin olamaz” diye de eklemiş.

Oysa seven insan sevgisinden hiç şüphe duyabilir mi?

Peki ama neden? Çünkü sevmek aktif bir eylemdir. Sevmek bizimle doğru orantılıdır, bize aittir bu yüzden gerçekliğini kesinlikle deneyimleyebiliriz. Sevilmek ise pasif bir eylemdir çoğu zaman sevildiğimizin farkında bile olmayız.

O halde gelin yeni bir soruyla devam edelim. Sevmek mi yoksa sevilmek mi bir ihtiyaçtır?

İhtiyaç, doldurulacak bir boşluktan bir eksiklikten doğmaz mı? Yani ihtiyacımız olan şey bizde olmayan bir şey olmalı ki biz ona ihtiyaç duyalım. O halde insanlar sevilmeye ihtiyaç duyarlar diyebilir miyiz? Eğer sevgi eksikliği hissediyorlarsa cevabımız kesinlikle evet olacaktır. Ne gariptir ki sevmek ise asla bir ihtiyaçtan kaynaklanmaz. Hiç kimse ihtiyaç duyduğu için birini sevemez.

Çünkü aşkın böyle bir şeye ihtiyacı yoktur; aşk bizden hiçbir şey istemez. Aşk havada dolaşan bir çiçeğin kokusu gibidir, onu koklamak isteyen herkese açıktır. Aşk kavramı zaten kendi içinde sevgi, tutku, özlem kavramlarıyla dolu olduğu için bizden pek fazla bir şey de talep etmez çünkü zaten yeterince tatmin olmuş bir duygudur.

O halde gelin yazıya bir başka soruyla daha devam edelim; sevilmenin bir ihtiyaç olması doğru mudur?

Bence en büyük tehlike de burada başlıyor yani ihtiyaçtan doğan sevilme duygusundan. Fuzuli ne diyordu “Çünkü insan sevildiğinden hiçbir zaman emin olamaz” birde üstüne eğer sevilme isteğimiz bir ihtiyaçtan kaynaklanıyorsa emin olun sevilip sevilmediğinizi bilmeniz daha da imkânsız hale gelecektir.

Bu yüzden ben ihtiyaçtan kaynaklı oluşan duygusal açlığın asla bir sevgi olduğunu düşünmüyorum. Bana böylesi bir sevgi sadece içinde bulunduğumuz yalnızlığı ya da bir eksikliği gidermek, bir boşluğu doldurmak, eksik olan parçamızı tamamlamak için umutsuzca dışa vurduğumuz arzunun ilkel bir tepkisi gibi geliyor.

Duygusal açlık, o kadar kuvvetli bir duygudur ki dışa vurulduğunda ya karşı tarafı sömürür ve sonunda tüketerek son bulur ya da insanı asla tatmin edilemeyen bir girdabın içine sokar. Fakat ne yazık ki duygusal açlık çeken çoğu insan bu boşluğu doldurmak için iletişime geçtiği kişilerde hissettiği duyguyu sevgi olarak tanımlıyor ve bu yüzden kendisine bu duyguyu hissettiren kişiden de asla uzaklaşmak istemiyor. Oysa sadece bir boşluğu doldurmak için hissedilen şey gerçek sevgi değildir ve gerçek sevginin de yerini asla dolduramaz çünkü ne kadar zorlarsanız zorlayın hiçbir şeyi gerçekte olduğu şeyin dışına çıkartamazsınız.

Duygusal açlık hissi çok derindir. Yemek yemeye, su içmeye hatta nefes almaya ihtiyaç duyduğunuz gibi bu açlığı doyurmaya da büyük bir hırçınlıkla ihtiyaç duyarsınız çünkü bu boşluğu hissetmek içinizi fazlasıyla acıtır. Bu kötü duygudan kurtulmak için kendinizi sürekli olarak birileriyle temas halinde olmak zorunda hissedersiniz. İçinizdeki bu boşluğu doldurduğunu zannettiğiniz insanlarla vakit geçirir fakat içinizdeki derin boşluğu daha da fazla büyütmekten ileri gidemezsiniz.

Peki o halde gerçek sevgiyi nerede aramalıyız?

Bir şeyi parçalara ayırdığımızda bir bütünü parçalara ayırmış oluruz ve bütünden ayırdığımız her bir parçayı tekrar yan yana koyduğumuzda bütünün tamamını yeniden görebiliriz. Yani parça aslında bir bütüne ait olan bir şeydir.

Antikçağ filozoflarından Herakleitos; “Birlik kendi içinde ayrılan şeylerin uyuşmasıdır” der. Martin Heidegger ise “Varlık ve Zaman” adlı ünlü eserinde “Noksanlık” kavramını “Birbirine ait olanın henüz bir arada olmayışı” olarak tanımlıyordu. Ben gerçek sevginin tam olarak buralardan çıktığını düşünüyorum. Parçası olduğunuz bir bütünün birlikteliğinin bir sonucu… Sizce de sevgi dediğimiz kavram tam olarak böyle bir şey değil midir? Kendi içinde farklılıkları olan kişilerin bir noktada birleşmesiyle ortaya çıkardıkları bir duygu durumu. Çünkü sadece birinin bir parçası olduğumuz zaman gerçek sevgiyi koşulsuz hissedebiliyoruz. Birini koşulsuz olarak tamamladığımızda herhangi bir beklenti içine girmeden bir çıkar ilişkisine dönüştürmeden sevebiliyorsak gerçek sevgiyi ancak o zaman hissedebiliyoruz. İşte o zaman sevginizi göstermek için bir emek harcamanıza da gerek kalmıyor.

Evet, ben eskiden sevginin emek istediğini düşünürdüm. Yani sevdiğiniz kişi de sizi sevsin diye bir şeyler yapmanın önemli olduğunu düşünürdüm. Sizce gerçek sevgi illa da emek mi ister? Ya da gerçek sevgi illa bilinmek, görülmek, gösterilmek veya ortaya dökülmek mi ister?

Bence hayır. Çünkü bana göre gerçek sevgi eyleme dökülmeden de gerçekleşebilir. Koşullardan, durumlardan hatta çoğu zaman kişilerden bile bağımsız olarak devam edebilir. Yanlış anlaşılmasın ilgi göstermemekten bahsetmiyorum çıkar gözetmeksizin sevmekten bahsediyorum.

Çünkü inanın bana gerçek sevgi hiçbir şeye ihtiyaç duymayan sevgidir. Gerçek sevgi verdikçe azalmayan, beklentisiz, hesapsız ve bir karşılık beklemeyen sevgidir.

İşte bu nedenle sevgi bir ihtiyaç olduğunda yani sadece içimizdeki sevgi eksikliğini gidermek için bir bütünün parçası olmaya çalıştığımızda ne kadar gayret edersek edelim o bütüne ait bir parça olamıyoruz. Ne biz ona eklenebiliyoruz ne de o bizi tamamlayabiliyor sadece bir yapbozun ona ait olmayan bir parçası gibi kalakalıyoruz.

Ne demişti Ulus Baker? “Hüzün geriye kalandır. Biraz Blues dinleyin benim için…”

Sevdiğiniz kişiler tarafından sevilmeniz dileğiyle…


Yorum bırakın