Dokunmak

Aristoteles, “Dokunma duyusu olmadan yaşamak neredeyse imkansızdır” derken maddesel dünyamızın temel gerçekliklerinden birini gözümüzün önüne serer. Gerçekten de nesnelerin olduğu bir dünyada yaşadığımızı düşündüğümde dokunma duyumuzun insanın çevresini tanımada hem fiziksel hem de duygusal anlamda diğer duyularımıza nazaran daha önemli olduğunu düşünüyorum.

Çünkü dokunmak, sadece parmak uçlarının bir yüzeye değmesi değil aynı zamanda insanın hayata bir iz bırakma biçimidir. İnsanlar kendi yaşam yolculuklarında ilerlerken dünya üzerinde, nesneler üzerinde ve diğer insanlar üzerinde bıraktıkları izlerle kendi hikayelerini yazarlar. Çünkü dokunmak, duygularımızın, düşüncelerimizin ve belki de en genelinde varoluşumuzun derin köşelerini ortaya çıkaran bir deneyimdir.

Doğduğumuz günden beri tenimiz, dünyanın teniyle sürekli bir temas halinde ve tenimiz hiç durmadan dünyanın tenine dokunmaya devam ediyor. Düşünsenize her nefes alışımız bile havadaki oksijenin ciğerlerimizle teması değil mi? Bu yüzden ben, yaşamak dediğimiz şeyin aslında temas etmek olduğunu düşünüyorum. Tam olarak da bu yüzden dokunmak eyleminin sadece fiziksel bir eylemden öte aynı zamanda insanın varoluşunun derinliklerine inen, duygusal bir etkileşim olduğunu düşünüyorum. Bana göre başka bir bireyle temasa geçmek, benim bedenim ile diğerininki arasında aşılan bir sınır deneyimi ve izin verilen özel bir yakınlık anlamına geliyor, ki bu yakınlık aslında bizim varoluşumuzun da bir kanıtı değil midir? Günümüz düşünürlerinden Wilhelm Schmid’in dediği gibi; “Descartes’ın ünlü ifadesi “Düşünüyorum, öyleyse varım” gibi, bazen dokunmak eylemi de “Dokunuyorum, öyleyse varım” anlamına gelir.”

Yine Aristoteles, “Ruh Üzerine” adlı kitabında duyularımızın öneminden bahsederken sahip olduğumuz tüm duyularımızın dünyayı anlama ve anlamlandırmada önemli olduğunu fakat duyularımız içinde dokunma duyumuzun var olabilmemiz için zorunlu olduğundan bahseder. Yani, görme, işitme, tat alma ya da koklama duyularımızın bazılarının ya da hepsinin bir gün yok olduğunu düşünsek bile Aristoteles’e göre dokunmadan ve temas etmeden yaşamak imkânsızdır.

Dokunmak aynı zamanda insanlar arasındaki etkileşimin en temel yollarından biridir. Parmak uçlarımızın bir yüzeyi hissetmesi, bedenimizin diğer bir varlıkla etkileşimde bulunmasına olanak tanır. Fiziksel temas, duyularımızın en doğrudan ve en anlamlı şekilde kullanılmasını sağlar.

Dokunmanın fiziksel boyutunun yanı sıra duygusal boyutları da göz ardı edilemez. Dokunmak birine ya da bir nesneye temas etmekle gerçekleşen bir eylemdir bu nedenle daima bir anın başlangıcı ve kimi zaman da sonsuzluğumuzun izlerini taşır. Mesela parmak uçlarımızın bir başka kişinin tenine değmesi bazen sonsuzluğa giden bir anın başlangıcı olurken belki de bizim için bir ömür boyu süren bir yolculuğun temelini de atar ve sonsuza dek o anın bizde bıraktığı duygunun içinde kalmak isteriz.  

Dokunmak ayrıca sevgi, empati ve bağ kurma gibi duygusal deneyimleri tetikleyen güçlü bir eylemdir. Bu noktada, felsefi düşünür Martin Heidegger’ın varoluşçuluk anlayışı önemlidir. Heidegger, insanın varoluşunu, başkalarıyla etkileşime girdiği anlarda daha da anlamlı hale geldiğini savunur. Bu nedenle Heidegger için dokunma, bir anlamda diğer insanlarla derin bağlantılar kurma ve varoluşumuzu paylaşma biçimlerinden biri olarak kabul edilir. Bizler dokunarak sadece bir fiziksel gerçekliği değil, aynı zamanda duygusal bir derinliği de beraberinde yaşarız. Birinin elini tutmak, bir sevgilinin saçlarına dokunmak, bizimle onun arasındaki duyguların ve düşüncelerin ötesinde bir bağ kurar. Çünkü dokunabildiğin kişiye yakınsındır. Yakın olmak derken hani şu pandemiyle birlikte hayatımıza giren sosyal mesafeden bahsediyorum. Kişisel alanımızın dışında bırakmadığımız dokunabildiğimiz, sarılabildiğimiz kişilerden, sosyal mesafemizin içinde olan kişilerden…

Aynı zamanda dokunmak güçlü bir iletişim biçimidir. Çoğu zaman bir dokunuş bize mutlu bir hikâye anlatabilir. Parmak uçlarımızda başlayan dokunuşun verdiği his sevgi, özlem ve mutluluk gibi pozitif duygularla birleşip hepsi birlikte güzel bir hikâyeye dönüşebilir. Ama bazen de bazı dokunuşlar, derin yaraların, hüzünlerin, acıların hikayesini anlatır bize. Acı çeken birinin omzuna dokunmak, sessizce onun acılarını paylaşmak, kelimelerin yetmediği anlarda bile en uzun konuşmalardan daha değerli değil midir?

Dokunmak ayrıca varoluşsal bir eylemdir; bedenimizle çevremiz arasındaki sınırları hissetmemize, varoluşumuzun bilincine varmamıza yardımcı olan bir eylemdir. Hegel “Başkasının varoluşu, benim varoluşumun ontolojik koşuludur” diyordu çünkü ona göre insan benliği ancak başka bir “Ben” ile karşılaştığında “Öznel Ben” haline gelebiliyordu. Bu nedenle dokunmak “Öznel Ben” in en yoğun hissedildiği yerdir.

Emmanuel Levinas ise bu konuda Hegel’den farklı düşünmüyor; “Ben ancak dünyada başkalarıyla ilişki içindeyken var olabilir” diyordu. Yani ancak birileriyle temas halinde olduğumda varoluşumu kendime kanıtlayabiliyorum demek istiyordu. Levinas’ın düşüncesinden bakarsak eğer böyle bir ilişki ortadan kalkarsa ne benin ne de ötekinin varlığından söz edemeyiz. Dolayısıyla ben olmadan ötekinin, öteki olmadan da benim var olmam mümkün değil; kendime özgü bir kimlik ve kişilik kazanmam ancak bunları sürdürebilmemle mümkün.

Hegel ve Levinas’ın perspektifinden baktığımızda dokunmanın belki de var olmamızın en büyük kanıtı olduğunu görürüz. Kim bilir belki de sırf bu yüzden hiç durmadan yaşam üzerinde bir iz bırakma çabası içinde yol alırken, hayatımıza kabul ettiğimiz herkeste bir iz bırakıyor ve onların da bizim üzerimizde iz bırakmalarına izin veriyoruzdur.  Sırf bu gerçekliği görmek için bile dokunmaya ve sarılmaya ihtiyaç duyuyor olamaz mıyız? Bu ihtiyacımız bedensel olarak, ruhsal olarak, zihinsel olarak ve pekâlâ metafiziksel olarak da ortaya çıkabilir. Ancak ne şekilde çıkarsa çıksın dokunmak, bize başkalarının da en az bizim kadar gerçek olduğunu hatırlatır. Bu gerçekliği hissederek yalnız olmadığımızı hissetmek sarılma isteğimizin en önemli nedenidir. Sarılmak, samimi duyguların, sevmenin ve sevilmenin hissedildiği en güzel eylemlerden biri aynı zamanda sevgi, bağlılık ve empati hissetmenin en güçlü yoludur.

Peki ya dokunamamak…

Dokunamamak özellikle sevdiğimiz birinin kaybı, ayrılık veya araya mesafeler girdiğinde ortaya çıkan ve kişinin duygusal durumunu olumsuz yönde etkileyen bir unsurdur. Birde üstüne özlem duygusu gelince bu durum gerçekliğini daha sert biçimde hissettirir. Dokunma eksikliği, insanların kendilerini başkalarına karşı izole hissetmelerine, duygusal destekten yoksun kalmalarına kimi zaman ise yaşadıkları fiziksel ya da duygusal zorluklarla başa çıkmada güçlük çekmelerine neden olur.

O yüzden ben kendi adıma, dokunmanın ve sarılmanın gücüne çok fazla inanıyorum. Ve bu eylemin hala bedava olması da çok hoşuma gidiyor. Kim bilir belki de bedava olduğu için değerini pek bilmiyoruz ama inanın bana bilim insanları hala dokunmanın ve sarılmanın fizyolojik ve psikolojik yararlarını anlatmakla bitiremiyorlar. Sarılmak en basitinden kötü giden bir günü güzelleştiren bir eylemdir. Yalnızlığınızı azaltır. Yaşadığınız kötü olayları hissettiğiniz kötü duyguları daha katlanılır hale getirir. Kızgınlık, korku, nefret ve endişe gibi duygularınızı azaltır. İçinizdeki özel olma ve değerlilik duygusunu artırır. İlişkilerinizi yakınlaştırır. Size başkaları tarafından onay ve kabul gördüğünüzü hissettirir. Sarılmak bizimle sevdiklerimiz arasındaki bağlantıyı en kısa sürede kurmamızı sağlayan çok basit gözüken ama çok derin bir eylemdir. Ve belki de en önemlisi “Yalnız değilim” duygusunu hissetmenin en kolay yoludur.

Hadi yazımızı bir kişisel gelişimci cümlesiyle bitirelim;

“Sevdiklerinize ve özlediklerinize sarılın! Çünkü sarılmak iyileştiriyor.”


Yorum bırakın