“Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.”
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 10. Maddesi
Sosyal Bilimler, bir arada yaşayan insanların, ortak kurallar, değerler, kurumlar ve ilişkilerle birbirine bağlandığı oluşumu “Toplum” olarak tanımlıyor. Ama sadece “bir aradalık” yani salt coğrafi yakınlık olmasını “Toplum” kavramı için yeterli görmüyor; kültürel, ekonomik, dilsel, hukuki ve sembolik bağlarla örülmüş olmasını da istiyor.
Peki öyleyse “Toplum” nedir?
Bir çok sosyolog yukardaki tanım dışında bu kavramı farklı pencerelerden de gördüler örneğin;
Durkheim için toplum, bireylerin üzerinde yükselen ve onlara kimlik, kural ve düzen dayatan kolektif bilinçtir.
Weber ise daha çok aynı eylemler üzerinde hareket eden ilişkiler bütünü olarak tanımlıyordu.
Bir sosyolog olmamasına rağmen Marx ise üretim ilişkilerinin örgütlediği sınıfsal bir yapı olarak görüyordu.
Gerçek anlamda bir “Toplum” tanımı ise ilk kez 18. yüzyılda ortaya atılmıştır. Ondan önce örneğin Antik Yunanda özellikle Platon ve Aristoteles için insan, bir arada yaşamak zorunda olan “Zoon Politikon” politik bir hayvan olduğundan ve bu bağlamda her iki düşünür de politik yaşamla ilgili güçlü analizler yapmış olmalarına rağmen “Toplum” kavramını yaşadıkları ve bildikleri Monarşi, Aristokrasi ya da Demokrasi gibi değişik politik kurum türlerinden farklı bir şey olarak görmediler yani yapısal bir “Toplum” tanımları hiç bir zaman olmadı.
Nihayet 18.yüzyıl Aydınlanma Dönemine gelindiğinde “Toplum” kavramını, toplumsal ilişkiler çerçevesinde ilk kez Rousseau’nun net olarak açıkladığını görüyoruz.
Rousseau’nun “Toplum” tanımı onun meşhur “Doğa Durumu” ile başlayan düşünce deneyinden doğuyor. Ona göre insanlar başlangıçta doğada yalnız, özgür, eşit ve barışçıl halde yaşarlarken “Mülkiyet” kavramının ortaya çıkmasıyla birlikte oluşabilecek eşitsizlik, bağımlılık ve çatışmanın engellenmesi için yasalara ve kurumsal bir düzene ihtiyaç duyuldu. Bu kırılma noktasından sonra Rousseau, toplumun kendiliğinden var olan bir birliktelik olmadığını söyler. Ona göre toplum, insanlar arasında yapılan bir sözleşmeyle kurulmakzorundadır. Rousseau işte kendiliğinden ortaya çıkan bu sözleşmeye “Toplum Sözleşmesi” diyecektir.
Ona göre, toplumsal sözleşme, bireylerin özgür ve eşit kalarak, onun vasıtasıyla, doğa durumunu terk edip sivil bir toplum inşa edebildikleri düzenektir. Bu sözleşmeyle insanlar doğal özgürlüklerinden vazgeçmezler; tam tersine, herkesin özgürlüğünü koruyacak ve ortak iradeyi temsil edecek yeni bir düzen kurarlar. Yani ona göre “Toplum” aslında doğa durumundaki bireylerin “Mülkiyet” sonrası oluşan çıkar çatışmalarını aşmak için girdikleri bir birlikteliktir. Ve bu birliktelik herkesin iyiliğine yönelik “Ortak İrade” dediği yapay bir eylemsellikle işler.
Aydınlanma felsefesinin getirdiği özgürlük rüzgarı içinde insanların doğa durumundan çıkarak gerçek bir toplum olarak yaşamasının belki de olmazsa olmazı işte bu “Ortak İrade” düşüncesiydi.
Bu nedenle Rousseau toplumu, bireylerin eşit ve özgür olarak katıldığı, ortak iradeyle kurulan, yapay ama zorunlu bir birliktelik olarak görür. Onun için toplum, monarşi ya da aristokrasi gibi bir kurum değil aksine tüm kurumların ortak bir zeminde yaşamasını sağlayan bir kuruluştur.
Immanuel Kant “Aydınlanma” kavramını “İnsanın kendi suçuyla düştüğü ergin olmama halinden kurtulması” olarak tanımlar. Aralık 1784’te “Berlinische Monatsschrift” dergisine gönderdiği “Beantwortung der Frage: Was ist Aufklarung?” (Aydınlanma Nedir? Sorusuna Cevap) başlıklı yazısında tam olarak şöyle der;
“Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Sapare Aude! ‘Bilmeye cesaret et!”
Uygarlık tarihine baktığımızda insanlığın aydınlanma yolundaki serüveni ya da Kant diliyle konuşursak insanın aklını kullanma cesaretini göstermesi yaptığı üç buluş sayesinde zirveye yükselmiştir. Bu üç buluştan bir tanesi savaşta kullanılan “Top” diğeri “Matbaa Makinası” üçüncüsü ise “Pusula”’dır. İnsanlığın bu üç buluşundan birincisi onu feodal toplumdan çıkartarak üniter devlet anlayışına doğru yönlendirmiş, ikincisi bilime olan inancını yükseltmiş sonuncusu ise coğrafi keşiflerin, sömürgeciliğin ve bu bağlamda ticaret ve zenginliğin oluşmasına katkı sağlamıştır.
Demek ki, insanın dünya üzerindeki üstünlüğü hiç kuşku yok ki akıldan ve bilgiden kaynaklanıyor. İnsan akıl ve bilim sayesinde geçmişte doğa üzerinde yaşadığı tüm olayların nedenlerini doğa üstü güçlere bağlarken, akıl onu doğanın gizlerinden kurtarmış ve yine akıl ve bilim sayesinde doğaya egemen olmuştur.
Doğanın gizlerinden kurtulan insan zaman zaman yeniden karanlığa düşmüş olsa da aklını kullanma cesareti onu tekrar karanlıktan aydınlığa götürmüştür.
Mesela “Rönesans” insanlığın bu cesaretine önemli bir örnektir “Yeniden Doğuş” olarak da bilinen Rönesans, Ortaçağ karanlığındaki insanlığı tekrar aydınlığa çıkartmış ve “Liberte, Egalite, Fraternite” (Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik) sloganıyla ateşlenen Fransız devriminin de önünü açmıştır.
Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik
İnsanlığın aydınlanma yolundaki bütün bu çabası güzel, mutlu ve eşit bir yaşam mücadelesi içindi. Çünkü “eşitlik” insanların birbirleri üzerindeki egemenliğini de ortadan kaldıracak en önemli erdemdi.
Aristoteles yüzyıllar önce; “Eşitlik olmadan değişim, ortak bir ölçü ile ölçülebilirlik olmadan da eşitlik olamaz.” diyordu. Aristoteles’e göre, birbirleriyle değiştirilecek şeyler ortak bir ölçü birimiyle ölçülebilir şeyler olmakla beraber, bunların birbirleriyle değiştirilebilmeleri için ise yine bir şekilde birbirleriyle karşılaştırılabilir olmaları gerekliydi.
Aydınlanma düşünürlerinden Bacon ise; “Eşit olmayanla, eşit olanı topladığın zaman ortaya eşit olmayanın çıkması hem adaletin hem de matematiğin bir ilkesidir” diyordu. Aydınlanan insan feodalite sonrası bu ilkeyle hareket ederek uygar bir toplum kurma yolunda eşitlik kavramına daha fazla önem verecekti.
Peki, Nedir Bu Eşitlik?
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Aristoteles’den bu yana “Zoon Politikon” ( Politik Hayvan ) olduğu kabul edilen insanlık, bütünüyle sosyal bir canlıdır. Bu nedenle ilk çağlardan itibaren bir toplum içerisinde yaşaya gelmişlerdir. Toplum içinde yaşayan ve orada sosyalleşen insan için “Eşitlik” kavramı onun toplumsal hayatı için önemlidir.
Toplumsal eşitlik, belirli bir toplum veya bir grup içerisinde bulunan tüm insanların belli açılardan aynı statüye sahip olmaları durumudur. Toplumsal eşitlik ve yasalar önünde eşit haklara sahip olmak (güvenlik hakkı, oy kullanma hakkı, konuşma hakkı ve mülkiyet hakkı gibi) toplumsal hayatın olmazsa olmazdır.
Modern liberalizmin kurucu babası olarak kabul edilen Hobbes; insanın kendi doğasını, yani kendi hayatını korumak için kendi gücünü dilediği gibi kullanması ve aklı ile bu amaca ulaşmaya yönelik en uygun yöntem ne ise o yöntemi kullanmak için her şeyi yapma özgürlüğünü “Doğa Durumu” olarak tanımlar.
Fakat Hobbes Doğa Durumunda yaşayan insanın düzenli bir toplum içinde yaşamasının da imkânsız olduğunu söyler. Gerçekten de herkesin kendi hayatını korumak için dilediği gibi özgürce hareket ettiği bir toplumun kaos içinde olmaması imkansızdır.
İşte tam olarak bu nedenden dolayı böyle bir kaosun içinde yaşamak istemeyen insan, sahip olduğu haklarının, başkalarının haklarıyla eşit olabilmesi için kendi haklarının sınırlandırılmasına rıza göstermek zorundaydı. Böylelikle toplum içinde yaşayan bireyler kendi sahip oldukları hakları, toplumda yaşayan tüm bireyler arasında eşit olarak dağıtmak için bu haklarını ortak bir güce aktarmaları gerektiğini anladılar. Bu ise tam olarak Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi” dediği kavramdır.
Fakat bunu yapmak “Mülkiyet” sonrası bireyselciliğe yönelen sadece kendini düşünerek hırsları içinde bencilleşen yeni insan tanımı için kolay bir iş değildi. Bunun olabilmesi için toplum içinde yaşayan insanların hak ve özgürlüklerini etkili bir biçimde korunacağı örgütlü bir toplumun oluşturulması gerekiyordu. Bu da bir toplum sözleşmesinden geçmek zorundaydı bunun için ise toplumda yaşayan her bir bireyin uyacağı yazılı bir yasanın olması şartı.
1789 Fransız ihtilali tam olarak bunun zeminini hazırlamıştır.
Fransız ihtilali sonrası öncelikle din adamlarına ve soylulara sağlanan ayrıcalıklar kaldırıldı. İnsanların doğuştan elde ettikleri, onlara ayrıcalık sağlayan özelliklere verilen değerler artık önemini yitirdi. Herkesin yasalar önünde eşit olması ilkesi getirildi. Özgürlük anlayışı diye bir kavram ortaya çıktı. “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi” ilan edildi. Kralların mutlak iktidarına dayanan hakları önce kısıtlandı daha sonra da Cumhuriyetler kuruldu böylece üniter devletler oluşmaya başladı. Kilisenin ekonomik, siyasi ve toplumsal gücü giderek azaldı. Din ve devlet işleri tamamıyla birbirinden ayrıldı. Bununla birlikte insanların inandıkları dinlerde özgür olmaları sağlandı böylece dini serbestlik ve hoşgörü gelişti.
Toplumdaki “Hoşgörü” ancak ve ancak eşit yaşam hakkıyla olur be gelişir. Eşitlik kavramı, toplumsal adaletin ve dengenin temel taşlarından biridir. Bu denge, bireylerin sahip oldukları haklar ve fırsatları da eşit hale getirir. Eşitlik, herkesin doğuştan sahip olduğu temel insan haklarından belki de en önemlisidir. Ve çok uzun yıllardan beri bu eşitliği sağlayabilen yönetim şekli ise demokrasidir.
Demokrasi; halk tarafından, halkın iradesine dayalı olarak belirlenen ve yönetimde olan kişilerin toplumdaki bireylerin temel haklarına saygı duyduğu bir yönetim şekli olarak tanımlanıyor.
Demokrasiyi ayakta tutan ise sadece ve sadece “Hukuk”tur.
Çünkü hukuk, demokrasinin temelini oluşturan eşitlik ilkesini güvence altına alır. Bireylerin haklarını korur, onların özgürlük alanlarını belirler, güçlü ile güçsüz arasındaki dengeyi kurar. Toplumsal düzenin inşa edilmesini sağlar.
Bu nedenle “Demokrasiye inanmak hukukun üstünlüğüne inanmaktır.” Sözü çok klişe bir söz olsa da önemli ve önemli olduğu kadar korunması gereken bir sözdür. Çünkü demokrasinin doğru olarak devam edebilmesi ancak Hukukun ayakta kalmasıyla gerçekleşir.
