Ünlü filozof Baruch Spinoza 27 Temmuz 1656 da henüz daha 23 yaşındayken düşüncelerinden dolayı Amsterdam Yahudi Cemaati tarafından çok sert bir şekilde aforoz edildiğinde büyük bir yalnızlığın içine itildi. Onun yalnızlığı özgür olduğu bir hayatın içinde sonsuza dek sürecek olan bir yalnızlıktı çünkü Spinoza’nın bağlı olduğu sinagog onunla sözlü ya da yazılı olarak kimsenin iletişim kurmamasını, ona iyilik yapmamasını, onunla aynı çatı altında bulunmamasını, evinin iki metre yakınına bile yaklaşılmamasını bir belgeyle yazılı olarak deklare etmişti. Ve Ona verilen bu ceza sonsuza dek sürecek olan bir cezaydı.
Böylesi bir yalnızlığın içine itilen Spinoza hayata küsmek yerine hayata tutunmanın çarelerini aramaya başladı. Onun aradığı şey sürekli bir sevinç duygusuydu ve bunun olabilir olduğunu düşünüyordu. Bu arayışını “Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine İnceleme” adlı eserinde şöyle dile getirmiştir;
“Deneyim bana sıradan yaşamda karşılaşılan her şeyin boş ve anlamsız olduğunu öğrettikten sonra, benim için korku veya mutluluk nedeni veya nesnesi olan şeylerin hiçbirinin, ruh onlar tarafından uyarılmadıkça kendilerinde iyi ya da kötü herhangi bir şey taşımadığını görüp, sonunda gerçekten iyi olan, kendi kendini iletebilen ve başka her şey bir kenara itildiğinde ruhu tek başına etkileyebilecek bir şeyin olup olmadığını; dahası, bulunması ve edinilmesi benim sürekli ve üstün bir sevinci ebediyen tatmamı sağlayacak bir şeyin olup olmadığını araştırmaya karar verdim”
Hayatın içinde mutlu olabilmenin ya da onun deyimiyle ebedi bir sevincin sadece zihinle alakalı olan bir şey olup olmadığını araştırmaya giren Spinoza, bu araştırması sonucunda keder ya da sevinç kavramlarının aslında sadece zihnimizin bir bakış açısı olduğunu görecek ve en önemlisi yaşadığımız bütün duyguların aslında üç temel duygumuzun kombinasyonlarından ibaret olduğunu anlayacaktı; Arzu, Sevinç ve Keder
Zihnimizin en büyük parçası olan mantığımız, yaşadığımız olaylar karşısında nasıl oluyor da duygularımıza boyun eğebiliyordu? Spinoza’nın ünlü “Spinoza Sevinci” kavramı işte bu sorunun net bir cevabıdır.
Dünyaya varolmak amacıyla gelmiş olan insan varolduğu her an tüm yapıp etmelerinden, hayatın içindeki tüm karşılaşmalarından etkilenen ve hayatını bu etkilenmeler ölçüsünde değiştiren bir canlıdır.
Spinoza insanoğlunun bu yapıp etmelerinden de öte, insanın bu hayattaki en önemli amacının hayatına devam etmek yani hayatta kalabilmek olduğuna inanır. Hatta bu amacın sadece insana ait olan bir amaç değil dünyadaki her varlığın doğası gereği sahip olduğu hayatta kalma dürtüsü olduğunu düşünür. Ve bu amacı “Conatus” olarak tanımlar.
Baruch Spinoza kendi felsefesinde kullandığı “Conatus” kavramını; Bir şeyin var olmaya devam etmesi ve kendini geliştirmesi için doğuştan gelen bir eğilim yani hepimizin içinde olan eyleme gücümüz olarak tanımlar. Spinoza, tek tek her şeyin varolmaya devam ettiği sürece kendi varlığını sürdürmeye çabaladığını söyler. Bu durum bize aynı zamanda doğadaki herhangi bir şeyin kendi doğası içinde uyum halinde yaşaması zorunluluğunu da anlatır. Yani her şeyin varolduğu sürece kendi varlığını, varolma tarzı içinde sürdürmeye çabaladığını. Bundan dolayıdır ki evrendeki her şey özü gereği varolma çabası içindedir.
İnsan hayatta kalabilme mücadelesi içinde yaşarken yine doğası gereği sürekli olarak eyleyen bir canlı olduğundan tüm yapıp ettikleriyle hem kendisini hem de çevresini değiştirir. Ve onun bu tüm yapıp etmeleri kendi isteği doğrultusunda özgür iradesiyle yaptıklarıdır. Çünkü dünyada yalnız olan insan bu terk edilmişlik içinde yaptığı seçimlerle ve önüne gelen tüm olanaklarla kendi yaşamını ileriye doğru oluşturmak ve kendini tamamlamak zorundadır.
Fakat Spinoza özgür irade diye bir şeye inanmaz o her şeyin bir nedene bağlı olduğunu düşünür. Ona göre “İnsanlar, iradenin de nedenlere bağlı olduğunu anlamadığı için özgür irade yanılsamasına kapılmaktadırlar.” Spinoza’ya göre insanın yaptığı seçimler ve seçimleri sonucu tüm yapıp etmeleri nedensel bir arzu etme duygusunun sonucudur. Çünkü bizler herhangi bir şeye eksiklik hissettiğimizde o eksikliği tamamlamak için önce o şeye arzu duyarız. İnsan arzulayan bir canlıdır. Arzu bizim yaşamda olduğumuzun da bir belirtisidir çünkü ancak yaşayan insan arzulayabilir.
Peki arzulayan kimdir?
Spinoza’da hem idealistler hem de materyalistler gibi insanın iki farklı parçadan oluştuğunu inanıyordu. Daha önceki yazılarımızdan da hatırladığınız gibi İdealistler insanın “Beden” ve “Ruh” dan oluştuğunu söylerken Materyalistler ise insanın “Beden” ve “Bilinç” den oluştuğunu söyleyen düalist bir yaklaşım içindeydiler. Spinoza da tıpkı materyalistler gibi insanın zihin ve bedenden oluştuğunu söylüyor ancak zihin ve bedenin birbirinden ayrı düşünüldüğü düalist bir yaklaşıma değil aksine monist bir yaklaşım benimseyerek zihin ve bedenin tek bir tözden oluştuğuna inanıyordu. Yani ona göre insan tıpkı doğa gibi tek bir tözün parçasıydı. Bu anlamda herhangi bir şeye eksiklik hisseden insanda oluşan arzu duygusu da tek bir tözden kaynaklanmaktaydı.
Gerçekten de insan söz konusu olduğunda aslında arzu etmek fiili insanın özünün de ta kendisidir. Yapıp etmelerimizin motivasyonu olan arzu duygumuz hayatta kalma çabamızın da önemli bir nedenidir.
Peki ya arzuladıklarımız olmazsa? İşte yazımızın cevabını aradığı soruda tam olarak bu sorudur.
Arzuladıklarını gerçekleştiremeyen insan giderek artan bir huzursuzluk içine girer. Spinoza insanda oluşan bu huzursuzluğu şu ünlü “Spinoza’nın Mutluluğu” ya da “Spinoza’nın Sevinci” denilen öğretisiyle çözümleyecektir.
Düşüncelerinden dolayı aforoz edildikten sonra büyük bir yalnızlığa itilen Spinoza, bu öğretisiyle bu büyük yalnızlığın, bu terk edilmişliğin ortasında ebedi bir sevinç duygusu içinde kalmayı başarmıştır.
Bunu nasıl yapmıştır?
Spinoza’ya göre insanda üç tür bilgi vardır. Birinci tür bilgi, kanılara, imgelere ve düşlerimize dayanan “Hayali Bilgi”dir. İkinci tür bilgi, aklımızın mantıksal çıkarımlarına dayanan “Akli Bilgi” , üçüncü tür bilgi ise kendisini tanrısal tözün bir parçası olarak gördüğü, “Sezgisel Bilgi”dir.
Spinoza bu bilgi türlerinden hayali bilgiyi yetersiz bir bilgi düzeyi olarak tanımlarken, ikinci ve üçüncü türden bilgileri ise bilgi düzeyi olarak yeterli ve insanda etkin duygulara yol açan bilgi türleri olarak tanımlar. Birinci tür bilgiler hayal gücüyle düşünmenin ötesine geçemeyen bilgiler olduğu için rastlantısal karşılaşmalara göre yaşayanlardır. İkinci ve üçüncü tür bilgiye sahip olanlar ise akıl ile yaşayan insanlardır.
Spinoza öğretisinde bilgi, varlığı sürdürmenin yani onun deyimiyle Conatus’un ve daha genelinde mutlu bir hayatın olmazsa olmazıdır. Ona göre insanın yaşam standardı veya kalitesi sahip olduğu bilginin içeriğine göre belirlenir. Hatta insanın duygusal ve diğer zihinsel durumlarına bağlı olarak oluşan huzurunun veya huzursuzluğunun temelinde de sahip olduğu bilginin kalitesi vardır.
Spinoza için “İçsel Huzur” ve “Doyum” onun ulaşmak istediği ebedi sevinç duygusu için önemliydi. İçsel Huzur ve Doyum kavramlarının oluşmasında ise iki farklı duygu durumunun belirleyici olduğunu düşünüyordu. Spinoza’ya göre İçsel Huzur “Kendinden Razı Olma” ya da “Kendinden Memnuniyet” duygusuyla, Doyum ise “Zihinsel Dinginlik” duygusunun oluşmasıyla meydana geliyordu. Bu duygular tamamıyla hem içsel hem de dışsal kaynaklıydı. Bu duyguların içsel ya da dışsal olması ise bizde “Keder” ya da “Sevinç” duygusunun oluşmasını sağlıyordu.
Kendisinin ve yaşadıklarının efendisi olmak isteyen insan güçlü olmak zorundadır. Spinoza’ya göre Keder ve Sevinç duygularından biri insanın gücünü arttıran diğeri ise azaltan duygulardır. Spinoza, sevinç ve keder duygularını bu bağlamda şöyle açıklamaktadır: “Sevinç, bedeni ve zihni daha yetkin bir duruma getiren duygudur, keder ise daha az yetkin duruma getiren bir duygu.”
Ayrıca bu iki duygu insanın “Conatus” halini de olumlu ve olumsuz yönde etkiler. İnsanın eyleye bilmesi yani bir şeyler yapıp edebilmesi için arzu halinde olması gereklidir bu da onun sevinç duygusu içinde olmasını gerektirir. Eyleme geçmek için sevinç gerekir; tersi durumda ise insan kederlenir. Keder denilen duygu insanın olumsuz bir şeyle karşılaşması durumunda oluşur. Ve ne enteresandır ki bu iki duygu da birinci bilgi türünde kaldığı sürece edilgindir; ancak sadece akıl işin içine girdiğinde etkinlik söz konusu olabilmektedir.
Spinoza, başımıza gelen nedenlerin içsel ya da dışsal olmasına ve kederden ya da sevinçten kaynaklanmasına göre dört çeşit duygudan söz eder.
Nedenlerimiz “İçsel” olduğunda, içsel bir neden fikrinin eşlik ettiği Sevinç duygusuna “Kendinden Memnuniyet”; Yine “İçsel” bir neden fikrinin eşlik ettiği Kedere ise “Pişmanlık” der.
Nedenlerimiz “Dışsal” olduğunda ise, dışsal bir neden fikrinin eşlik ettiği Sevinç duygusuna “İtibar Sevgisi”; dışsal bir neden fikrinin eşlik ettiği Kederi ise “Utanç” olarak tanımlar.
Spinoza’ya göre “Kendinden Memnuniyet” duygusu akla, “İtibar Sevgisi” ise ise hayale dayanan duygulardır. Hayale dayanan “İtibar Sevgisi”, “Kendinden Memnuniyet” duygusundan uzak olan bir tür “Kendini Aşırı Önemseme” duygusudur. Dolayısıyla “İtibar Sevgisi” sürekli olarak bize başkalarının verdiği değere bağlıyken ve onu verenler istedikleri zaman bizden geri alabilirken, “Kendinden Memnuniyet” ise kişinin kendisine verdiği bir “itibar”dır.
Ancak insanlar genellikle dışsal faktörlerden, özellikle başkalarının takdirinden ve onayından, mutluluk ve tatmin ararlar. Bu da Spinoza’ya göre yanlış bir yolculuktur çünkü dışsal faktörlere bağlılık, içsel mutluluğun önündeki en önemli engeldir. Spinoza’nın perspektifinden baktığımızda gerçek mutluluğun ve içsel huzurun sadece insanın kendi değerlerine dayanarak yaşamasıyla elde edildiğini görürüz. Kendinden memnun olan insan dışarının kendisi hakkındaki düşüncesiyle ilgilenmeyen insandır.
Kısacası Spinoza’ya göre tek bir gerçeklik, ancak iki tür yaşam vardır. Birinci tür yaşamda, insan birinci bilgi türüne göre yaşar ve böylesi bir yaşantıda sevinç sonra keder sonra yine sevinç ve yine keder duyguları içindedir. Çünkü birinci tür bilgi hayata duygusal olarak bakmaktadır. Bu bilgi türünde insan dışarıya önem verir ve itibar görmek ister. Bu nedenle bu bilgi türünde kalan insan mutsuzdur ve sürekli olarak yaşadığı hayatı suçlar. Oysa Spinoza’ya göre, mutlu ettiği zannedilen anlık duygusal tatminler yerine gerçek ve sarsılmaz bir mutluluk hali gereklidir. Akıl tam olarak insanı böylesi etkin bir mutluluğun içine sokar.
Spinoza için insan ancak arzusunu kendisi belirlediğinde etkin olabilir, bu da akılla olabilecek bir şeydir. Bunu sağlayan ise sadece üçüncü tür bilgi seviyesidir. Üçüncü tür bilgi insanda bilme arzusu oluşturur; akıl ve sezgiyle üretilen bu arzu her şeyi olduğu gibi görmemizi sağlar. Bu ise insanın kendini olduğu gibi kabul ettiği, kendinden memnun olduğu ve sadece rasyonel düşünme ve akıl yürütme süreçleriyle ulaşabileceği bir durumdur.
Kaynakça:
Spinoza’nın İçsel Huzur Teorisi – Enes Dağ
Spinoza’nın Duygular Öğretisi – Ayşegül Demirbaş
Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor? – Çetin Balanuye
