Tüm ömrümüz boyunca kaç insan tanırız? Yüz? Üç yüz? Beş yüz? Ne kadar? İngiltere de yapılan bir araştırmaya göre bir insan tüm ömrü boyunca ortalama bin yedi yüz kişiyle tanışırmış. Peki, bu tanıştığımız kişiler içinde, hayatımıza gerçekten dahil olan, iz bırakan ve bizi gerçekten etkileyen kaç kişi olduğunu hiç düşündünüz mü? Kaç kişiyle gerçekten tüm hikayemizi paylaşabiliyoruz? Ve en önemlisi kaçına güvenip sırtımızı hiç düşünmeden yaslayabiliyoruz?
Karşılaştığın her insan, istesen de istemesen de hayat sahnende bir role sahip olur. Biri sana iyi, diğeri kötü davranır. Birini çok seversin diğerini tanıdığın güne lanet edersin. Biriyle sonsuza kadar iletişim halinde kalırken, başka biriyle herhangi bir nedenle ya da bir nedene bile gerek duymadan iletişimini kesebilirsin. Birkaç ay sonra adını bile hatırlamayacağın birileri de girer hayatına, sana tüm hayatını baştan yazdıracak biriside. Ama hayatımıza bir şekilde dahil olan her insan bizde bir iz bırakır; o izin önemini ise o kişi değil biz belirleriz.
Lao Tzu da şöyle der: “Tanrı, size istediğiniz insanları değil, ihtiyacınız olan insanları verir. Öyle ki bu insanlar size yardım edecek, sizi incitecek, size acı verecek, sizi terk edecek, sizi sevecek ve olmanız gereken insan olabilmenizi sağlayacaktır.”
Çünkü basit ya da yoğun her iletişim, duygu dünyamıza etki eder. Kimileri bizi güçlendirirken, kimileri zayıf yanlarımızı açığa çıkarır. Her karşılaşma kendimizi bize yeniden tanıtır. Bu yüzdendir ki istesek bile eski benliğimizde kalamayız. Değişim kaçınılmazdır. Çünkü insan hep zayıf tarafından bağlanır.
Ben hiç kimsenin nedensiz yere hayatımıza girip çıktığını düşünmüyorum. Bu giriş çıkışlarda uhrevi bir neden de aramıyorum ama her insanın hayatımızda bir rolü olduğuna kesinlikle inanıyorum. Yıllar sonra her birinin bende bıraktığı etkilere baktığımda, eski ben ile yeni ben arasında değişen bir şeyler olduğunu gördüğümde anlıyorum bunu… Sanki hayatıma giren herkes bana bir şeyler ekliyor gibi geliyor.
Tam olarak bu nedenden dolayıdır ki insanın varoluşu, iç içe geçmiş ilişkiler ağıyla doludur. Çünkü insan yalnızca kendi varlığı ile sınırlı değildir; aksine, bu varoluş, başkalarıyla olan ilişkileriyle şekillenir. İnsan, doğumundan ölümüne kadar sürekli olarak diğer insanlarla etkileşim halinde kalarak sosyalleşen bir canlıdır. Bu etkileşimler, aile içinde başlayıp toplumla devam eder ve hayat boyunca çeşitli biçimlerde gelişir. Arkadaşlık, dostluk, aşk, işbirliği, rekabet, çatışma gibi farklı ilişki türleri, insanın varoluşunu derinden etkiler ve her bir insan, kendi varoluşunu diğerleriyle olan ilişkisinde bulur.
Eski klasik aile yapılarında anne, baba ve çocuklar dışında, anne ve babaya yakın diğer akrabalarında birlikte yaşadığı ve onlarında aileden sayıldığı dönemlerde bireyin sosyalleşmesi bütünüyle aile içinde gerçekleşiyorken, anne, baba ve çocuktan oluşan günümüz çekirdek aile yapılarında bireyin sosyalleşmesi genellikle aile dışına bağımlı hale gelmiş durumda. Bu anlamda dostluk kavramı eskiye nazaran daha bir önemli hale gelirken bireyler aile dışında arkadaş ve dost ortamlarında daha iyi sosyalleşebiliyorlar.
Peki, “Arkadaş” ve “Dost” kavramlarını birbirinden ayıran nedir? Öyleyse gelin öncelikle bu iki sözcüğün kelime anlamlarına bakalım.
Arkadaş sözcüğü, birbirine “arka çıkan” yani “destek olan” kişileri tanımlamak üzere “arka” köküne ortaklık bildiren “-daş” ekinin getirilmesiyle türetilmiş bir kelime. Türk Dil Kurumu “Arkadaş” sözcüğünü “Birbirlerine karşı sevgi ve anlayış gösteren kimselerden her biri, bacanak, eş, yâren, yoldaş, bir ortamda birlikte bulunanlardan her biri, hempa, refik” şeklinde tanımlarken; Dost kelimesini ise “Sevilen, güvenilen, yakın arkadaş, gönüldaş, iyi görüşülen kimse, düşmanın karşıtı” olarak tanımlıyor.
Bu iki tanımda benim gördüğüm belirgin fark ise Güven” kelimesi. Gerçekten de gerçek anlamda güvendiğimiz kişileri dost olarak kabul ediyoruz daha az güvendiklerimiz ise arkadaş olarak kalmaya devam ediyor. Ve en önemlisi arada oluşan bu güven duygusu bir süre sonra dostumuzda kendimizi görmemizi sağlıyor.
Nietzsche de “Böyle Buyurdu Zerdüşt” adlı eserinde yaşadığımız dostlukların bir ayna gibi bize kendimizi gösterdiğini şu cümlelerle anlatır;
“Dostunu uyurken gördün mü hiç, – bilmek için nasıl göründüğünü- Nasıldır sahi yüzü dostunun? Kendi yüzündür aslında o senin, pürüzlü ve kusurlu bir aynada. Uyurken gördün mü hiç dostunu?”
Nietzsche’nin eserlerinin çoğunda tekrar tekrar ele aldığı, bir şekilde etrafında döndüğü, düşündüğü, yorumladığı dostluk kavramının hem kendi hayatında hem de felsefesinde ayırt edici bir yeri vardı. Örneğin Nietzsche’nin, Richard Wagner, Peter Gast ve Lou Andreas-Salome’la kurmuş olduğu dostluklar, onun kişiliğine olduğu kadar, felsefesine de doğrudan etki etmiştir. Zaten Lou Andreas-Salome başlı başına başka bir yazının konusu olacak kadar önemli bir figür. Çünkü O, Nietzsche için “Hangi yıldızlardan düşüp birbirimizi bulduk biz. Bu kadar düz bir cümlenin bu kadar karmaşık olmasına neden olan kadın” diyecek kadar önemli olmuştur.
Neyse biz tekrar konumuza dönecek olursak Nietzsche dost olmak eylemini öz benliğimizin kendiliği olarak görür. Yani dost ile bir bütün olmayı.
Şöyle der Nietzsche: “Zaten hakiki dostluk ancak aynı sevinç ve elemleri yaşayanlarla kurulur, zira başınızdan geçenlerin başkasının yaşadıklarına temas ettiği yerde ruhlar da birleşir. Yani dostluk, ikinci bir kendiliktir”
Nietzsche’nin bu tanımı doğrultusunda dosta kendimizin bir uzantısıdır da diyebiliriz. Yani aslında dostumuzu seçmekten öte ben bir bakıma onu içimizde taşıdığımızı düşünüyorum. “Olmak” ile “Dost olmak” bence bu açıdan birbirinden ayrılmayan hatta birbirinin aynısı olması gereken kavramlar.
Bu yüzdendir ki dost, hiçbir şeyi anlatmaktan çekinmediğimizdir diye düşünüyorum; dost her şeyini bilendir, her anında fiziken olamasa da ruhen yanında olandır. Uzakta da olsa ne hissettiğinizi anlayandır. Arkadaşınızı basit bir hatada bile gözden çıkartırken, dost ne yaparsa yapsın silip atamadığınızdır. Çünkü eğer biri gerçekten dostunuzsa onu kolay kolay yargılamazsınız, yaptıkları size ters gelse bile “O yapıyorsa bir bildiği vardır” dediğiniz kişidir dost… Dostluklarımız, bizi gerçekten anlayan asla yargılamadan başımızdan geçen tüm hikâyenin içerisinde olabilen kişilerdir, bu yüzdendir ki Nietzsche’nin dediği gibi; bir süre sonra onun yüzüne baktığımızda kendi yüzümüzü gördüğümüz kişidir dost…
Ama “Biz neysek dostumuz da tastamam odur” demek istemiyorum. Dost bence biraz ayna tutan ve ayna tutulan olmalıdır hatta bağlanılan ve bağ kurulan. Dostunuz, yaşama dair fikirleriniz, tutkularınız ve yaşanmışlıklarınız ne denli birse o denli sizden biri oluyor hatta gün geliyor siz olup çıkıyor karşınıza. Belki de tam da bu nedenden dolayı dostun söyledikleri incitmiyor bizi. Bize dair söylediği her şeyi bir eleştiri değil bir olumlama olarak kabul edebiliyoruz. Ve belki de bu yüzden illa ki birlikte yıllar geçirmekte gerekmiyor birden bire hatta nasıl olduğunu bile anlamadan dost olabiliyor insan…
Antik Yunan felsefesinde dostluk üzerine düşüncelerini ilk ifade eden düşünürlerden biri Aristoteles olmuştur. Aristoteles’e göre dostluk bir ve bütün olmaktır. O bu türden olan dostluğu erdeme dayalı dostluk olarak tanımlar ve dostluk kavramını üç farklı şekilde inceler. Ona göre çıkara dayalı, hazza dayalı ve erdeme dayalı olmak üzere üç tür dostluk vardır. Çıkara dayalı dostlukta sevilen aslında insanın kendisi değil, bu dostluktan elde edilecek olanlardır. Hazza dayalı dostlukta da bir bakıma çıkar önemlidir. Haz bittiği an da dostlukta kaybolur. Çünkü dost olarak görülen kişi kendisi olduğu için değil, sahip oldukları ve yetkinlikleri sebebiyle sevilir. Aristoteles, erdeme dayalı dostluğu ise iki insan arasında oluşan birbirlerinden hiçbir şeylerini saklamaksızın karşılıklı olarak duyulan yakınlık hissi olarak tanımlar. Fakat bu yakınlık hissini oluşumları açısından aşktan ayırır. Aristoteles’e göre aşkın başlangıcında, “görmekle doğan haz” vardır, dostluğun başlangıcında ise, “yakınlık duymak”; Bu yüzden Aristoteles, “Yakınlık duymayanların dost olması olanaksızdır” der.
Montaigne de tıpkı Aristoteles gibi dostluğu iki kişinin artık tek bir kişi olabilmesi olarak görür. Ona göre dostlar ruhen o denli derinden kaynaşmış ve birbirilerine o kadar karışmışlardır ki aralarındaki dostluk adeta onları bir araya getirip bağlayan nedenleri bile silmiştir.
Bu yüzdendir ki bence arkadaş sadece bir “Merhaba”; dost ise samimi, sıcak ve yürek dolusu bir “Nasılsın”dır.
Nasılsın? diyebildiğiniz dostluklarınız olması dileğiyle…
