Bir İdeoloji Olarak Milliyetçilik

Kişilerin, toplumların, kurumların davranışlarına yön veren düşünsel, toplumsal ya da örgütsel öğretilere ideoloji denir.

Yazımızın temel konusu olan “Milliyetçilik” feodaliteden ulus devletine geçiş döneminde, monarşiden cumhuriyete geçiş sürecinde ayrıca skolastik dinsel düşünceden seküler düşünceye geçişte etkin rol oynamış bir ideolojidir.

Aslına bakarsanız “Milliyetçilik” kavramının en önemli etkisini siyasi alanda modern ulus devletlerinin ortaya çıkışı sırasında görürüz. 18. yüzyılda Avrupa’da sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan ulus devletleri, bireylerin ortak kültürel, dilsel veya tarihsel bağlarını vurgulayarak ulusal kimliklerini güçlendirmeyi hedeflemiştir. Bu hedefi hayata geçiren en önemli faktör ise şu ünlü “Para, Meta, Para” doktrini yani ekonomik ilişkilerdeki paradan mala ardından tekrar paraya dönüşen döngüden başka bir şey değildir.

Şimdi isterseniz hikâyenin en başına gidelim yani para ve metanın çok fazla öneminin olmadığı feodalite günlerine…

Sanayi devrimine kadar insanlığın tek üretim şekli tarım ve hayvancılıktı. İnsanlar geçimlerini sadece tarım ve hayvancılıktan sağlıyordu. Dönemin yönetim şekli ise üretimin sadece toprağa dayalı olduğu, ekonomik, dini ve siyasal bir sistem olan feodaliteydi.

Feodal sistemde halkın büyük çoğunluğu köylüydü; toprağı eken de topraktan ürünü çıkartan da onlardı. Ama toprağın sahibi köylüler değildi; toprak soylularındı. Köylüler sadece soylulara ait olan toprağı işliyor ürettikleri ürünün sadece hayatlarını devam ettirecek kısmını kendilerine ayırdıktan sonra geri kalan bütün ürünü soylulara veriyorlardı. Ve feodalite denilen bu sistem ruhban sınıfı yani din adamları, soylular ve köylülerden meydana gelen üçlü bir katmandan oluşuyordu.

Feodal sistem başta din adamları olmak üzere, soylulara, yönetimdeki derebeylerine ve toprağın gerçek sahibi olan krallara büyük imkânlar sunarken halkın geri kalanı tüm haklarından mahrum bir şekilde sadece karın tokluğuna yaşıyordu.

Geçen süreçte alt sınıfı oluşturan köylülerin nüfusu artmaya başlayınca yaşam koşullarından memnun olmayan bu topluluktan sesler yükselmeye başladı. Soylular alt sınıftan yükselen bu olumsuz seslerden rahatsız olmaya başlamıştı. 11. ve 12. yüzyıllarda yaklaşık bir buçuk asır süren Haçlı Seferlerinin gerçek nedeni de işte bu feodal sistemdeki alt sınıftan yükselen olumsuz seslerdir.

Soylular alt sınıftan gelen bu olumsuz sesleri bir nebze olsun azaltmak için köylülerin yaşam şartlarını düzeltmek yerine onları ölüme göndererek nüfuslarını azaltmayı tercih ettiler. Kiliseyle iş birliği yapan soylular, köylüleri Haçlı Seferlerine gitmeye ikna etmek için inanılmaz bir fikir ortaya attılar; savaşa gitmeyi kabul eden kişilere cennet tapusu vermeyi vadettiler. Gerçekten de Haçlı Seferlerine katılan her bir kişiye günahlarından arındıklarını ve savaşta ölürlerse cennette bir köşklerinin olacağını vadeden “Endüljans” adını verdikleri bir belge verdiler. Cennetin tapusunu alan Haçlı seferine katılıyor ölmeden dönenler ise hayatlarına ellerindeki cennetin tapusuyla devam ediyorlardı.

Bir buçuk asırdan fazla bir zaman sürdü Haçlı Seferleri…Avrupa doğuya doğru sekiz tane Haçlı Seferi düzenledi ama yine de Haçlı Seferlerinden istedikleri başarıyı elde edemedi. Haçlı seferlerindeki büyük yenilgiler toplumda kiliseye olan güveni sarsmış toplumu azda olsa feodal uykusundan uyandırmıştır.

Haçlı seferlerine katılıp ölmeden evlerine geri dönen askerler ise doğudan ipeği, sabunu, kâğıdı ve barutu öğrenerek döndüler ve döndükten sonra yaşadıkları şehirlerde üretimini öğrendikleri bu ürünlerin üretimine başladılar, böylece batıda ilk burjuva sınıfının ayak sesleri duyulmaya başlandı.

Feodal dönemde paraya gerek duymayan ekonomi artık çok pazarlı bir ekonomiye dönüşmeye başlamıştı. Para bir değişim değeri haline geldi. Gelişen ticaret feodal sistemin zayıflamasına ve giderek etkisinin azalmasına neden oldu. Barutun batıya gelmesi ile birlikte Avrupa’daki yönetim şekli olan feodalite son buldu.

Süregelen yıllarda neredeyse onuncu yüzyıldan on beşinci yüzyıla kadarki dönemin en önemli gelişmesi burjuvazinin güçlenişi olacaktı. Sanayi devrimiyle birlikte hızlanan ticaretin merkezi haline gelen büyük kentlerde Burjuvazi yeni bir sınıf olarak ortaya çıkmaya başladı.  Ancak feodalite bir yönetim şekli olarak son bulmuş olsa da hala din adamları ve soylulardan oluşan hiyerarşik yapı burjuvazinin kısa süredeki bu gelişmesinden rahatsızlık duyuyor ve burjuvazinin varlığının güçler dengesini bozacağına inanıyordu.

Milliyetçilik işte böylesi bir ortam da ilk kez 18. yüzyılda sanayi devrimiyle birlikte aristokrasinin çıkarlarını savunan elitist bir ideoloji olarak ortaya çıktı. İlerleyen süreçteyse kapitalizme hizmet ederek yükselen burjuvazinin yanı başında olan bir hareket görünümünü alacaktı. Ayrıca kapitalizmin gelişmesiyle birlikte pazar payını genişletmek isteyen ülkelerin sömürgecilik hareketlerinde ve ulusal bağımsızlık savaşlarında halkları savaşa seferber etmek için kullanılan önemli bir ideoloji olacaktı.

Çünkü kapitalizm büyüdükçe üretim artacak artan üretim sonucu üretilen ürünlerin satışı için yeni pazar yerlerine ihtiyaç duyulacaktı. Ayrıca daha fazla kar elde edebilmek için ucuz hammaddeye ihtiyaç duyan şirketler diğer ülkelerin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına ihtiyaç duyuyordu. Bu ve bunun gibi nedenlerden dolayı millet ve milliyetçilik kavramları burjuvazinin kontrolü altında yükseltilerek feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde yaşanan toplumsal ve siyasal değişimlerde etkili bir rol alması sağlanmıştır.

Peki ama nasıl?

Sanayi devrimi sonrası üretim ve ticaret giderek daha fazla büyüdü. 1800’lü yılların ortalarına geldiğimizde kapitalizm o dönemde gelebileceği en yüksek seviyeye gelmişti. Neredeyse her arz kendi talebini meydana getiriyordu. Üretilen her şey hemen müşterisini buluyordu. Bu muazzam büyüme daha zengin bir sınıfın oluşmasını sağladı. Böylelikle burjuvazi ruhban sınıfı ve soylular karşısında daha fazla güçlendi. Giderek daha fazla güçlenen burjuvazi eski feodal toplum tabakalarının kalıntılarını kendi gücünün önünde büyük bir engel olarak görüyordu. Bu yüzden din adamları ve soylulardan oluşan ve gücünü teokrasiden alan bu sınıfı ortadan kaldırmak için merkezi iktidarın mutlaklaştığı güçlü ulus devletler kurma yoluna gideceklerdi. Eğer ulus devletleri kurulursa kralların hiçbir otoritesi kalmayacaktı. Böylelikle feodal derebeylerinin siyasi gücünü de ortadan kaldırmış olacaklardı.

Kapitalizm bu düşüncesini hayata geçirebilmek için aristokrasi ile işbirliği içine girdi. Aristokrasiyle yapılan bu birliktelik sonucu Avrupa’da kilise daha fazla güç kaybetmeye başladı. Böylece kilisenin tek örgütlü yapısı yerini, denetimi burjuvazinin elinde olan ulusal kiliselere bırakmış oldu.

Zaten uygarlık tarihine baktığımızda insanlığın genel olarak üç temel aşamadan geçmiş olduğunu görürüz. Bunlar tarım öncesi toplumlar, tarım toplumları yani feodal toplum ve sanayi toplumlarıdır. İlk toplumlar olan avcı ve toplayıcı topluluklar çok küçük topluluklardan oluştuğu için, bir iş bölümüne ya da otoriter bir devlete ihtiyaç duymuyordu. Tarım topluluklarının yani feodal toplumda ise otorite monarşinin elindeydi. Krallar tüm toprağın sahibiydi fakat toprağın ekilip ürün çıkartması için insan emeğine ihtiyaç vardı. Bu emeğin uygulanması için ise bir otorite gerekiyordu işte feodalite bu otoriteyi sağlıyordu. Sanayi toplumunda ise kapitalizmin etkisi giderek yükselince hem otoriteyi sağlayacak olan hem de kapitalizmin önünde engel olmayacak milli bir devletin varlığı zorunluluk haline gelmişti. Böylelikle yine milliyetçilik vurgusu ön plana çıkartıldı ve hemen her toplumun kendi devleti ortaya çıktı.

Ulus devletlerinin ortaya çıkışı ile kapitalizm daha fazla güç kazandı. Bunun en önemli nedeni ise her devletin diğer devletlere karşı bir otorite sağlamak adına kendi tüccarını güçlendirmek istemesi ve bu nedenle gerekli olan korumacı önlemleri artırarak merkantilist bir ekonomi politikası izlemeye başlamasıdır.

“Ekonomik Milliyetçilik” olarak da yorumlanabilecek olan Merkantilizm, 16. yüzyılın başlarından 18. yüzyılın ortalarına kadar Avrupa’nın önemli ekonomi politikası olmuştur. Tanım olarak bir ekonominin ihracatını en üst düzeye çıkarmak ve ithalatını en aza indirmek için tasarlanmış milliyetçi bir ekonomik politikadır. Refahının anapara miktarına bağlı olduğunu varsayan Merkantilizm de ekonomik servetin büyüklüğü devletin elindeki altın, gümüş miktarı ve ticari değer ile ölçülür. Altın ve gümüş miktarının artması ise sadece ticaretle mümkündür. Bir devletin başka bir devletle yapmış olduğu ticaret sayesinde ekonomik servet yükseltilir.

O dönemde ise bir devletin başka bir devlet ile yaptığı ticaret ancak sömürgecilikle mümkün olabiliyordu. Üretim yapan kapitalist devletlerin daha fazla kar edebilmesi ucuz hammaddeyle mümkündü ucuz hammadde ise diğer ülkelerin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının kullanılmasıyla mümkün olabiliyordu. Bunu adı ise Sömürgecilikti.

Merkantilizm, sömürgeciliğe dayanan kendini zenginleştiren devletin diğerinin fakirleşmesine yol açmasını destekleyen bir görüştür. Bu görüşün toplum tarafından benimsenmesi için ise yine milliyetçilik düşüncesi kullanılmıştır. Böylece kapitalizmin daha fazla büyümesi sağlanmış, yayılmacı emperyalist anlayışa doğru yol alınmış oldu. Milli ticaretin güvenliğinin sağlanması ve kolonilerin genişletilmesi için milli ordular kuruldu. Çünkü Sanayi devrimiyle birlikte kapitalizmin ciddi anlamda büyümesi bütün o durmak bilmeyen pazar arayışını da beraberinde getirmişti.

Kapitalizmin siyasal yaşamda daha fazla etkili olmasını sağlayan milliyetçilik fikri aslında sanıldığı kadar yerli bir fikir değildir. Tarihsel sürece baktığımızda Milliyetçiliğin, Kapitalizmin sömürmek istediği topraklarda yaptığı sömürüyü meşrulaştırmak adına geliştirdiği bir ideoloji olduğunu da görürüz. Bir diğer şekilde söylersek aslında ulus devletlerin kurulmasında etkili olan milliyetçilik, kapitalist güçlerin bir ürünüdür.

Buraya kadar yazdıklarımızla Milliyetçilik fikrinin kapitalizmin kendini daha fazla güçlendirmek ve pazar payını artırmak adına yapmış olduğu sömürgecilik hareketini meşrulaştırmak için oluşturduğu bir ideoloji olduğunu görmüş olduk. Yani aslında Milliyetçilik fikri kapitalist sömürgeci devletlerin, millilik aldatmacası ile sömürdükleri diğer devletlerin servetlerin paylaşımından başka bir şey değildir.

Peki daha sonraki yıllarda neler olmuştur.

Kapitalizmin desteği sonrası otoriter bir güç haline gelen milliyetçilik fikri Benito Mussolini önderliğinde İtalya’da ırkçı bir milliyetçiliğe yani faşizme, Almanya’da ise Hitler önderliğinde bir ırkın diğer bir ırka karşı üstün olduğu görüşünü bir devlet anlayışı haline getiren Nasyonalizme dönüşmüştür. Böylece tüm insanlık Birinci ve İkinci Dünya savaşlarıyla tanışmıştır.

Bugün günümüz yirmi birinci yüzyılında kapitalizmin geçirdiği yapısal dönüşümler örneğin küreselleşme ya da ulus-üstü oluşumların etkisi nedeniyle birçok siyaset bilimci millet ve millete dayalı siyasal örgütlenme biçimlerini daha genelinde ise milliyetçi ideolojilerin giderek anlamsızlaşacağı konusunda hemfikir olsa da milliyetçilik hala kapitalizmin olmazsa olmaz bir ideolojisi olmaya devam etmektedir.

Kaynakça:

Haçlı Seferlerinde Endüljanslar – Barış SADAY

Milliyetçi İdeolojinin Tarihsel Gelişimi – Canan MAZLUM AKSOY

Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla – Leo Huberman


Yorum bırakın