Noksanlık

Martin Heidegger “Varlık ve Zaman” adlı ünlü eserinde “Noksanlık” kavramını “Birbirine ait olanın henüz bir arada olmayışı” olarak tanımlar. Çünkü Heidegger, bir varoluşçu olarak insanın doğduğu anda tamamlanmamış bir varlık olarak doğduğunu, bütünlük kavramını ise insanın olması gerektiği son nokta olarak düşünür. İnsanın o bütünlükten eksik olması halini ise “Noksanlık (Ausstand)” olarak tanımlar.

Yani ona göre insan, doğduğu anda eksik bir varlık olarak dünyaya gelmiştir. Henüz tamamlanmamış, yarıda kalmış bir bulmacanın parçası gibidir. Gerçek varoluş ise bir bütün olmaktan geçer.

Gerçekten de bütün olmayan her şey eksik değil midir?

Hadi gelin biraz düşünelim ve örneklerimizi günlük yaşamdan çoğaltarak ilerleyelim; Gün boyu elinizden düşürmediğiniz telefonunuzun şarjı bittiğinde hala o bir telefon mudur? Yoksa sizin için artık simsiyah dikdörtgen bir kutudan mı ibarettir? Evde elektrikler varken neden tavandaki lambalar dikkatimizi çekmez de ne zaman elektrikler kesilse tavandaki lambaların en azından yokluğunu fark ederiz? Ve neden gün boyu çalışan buzdolabının motorunun çıkardığı sesi hiç duymayız da bozulduğu anda çıkardığı gürültünün farkına varırız? Çünkü eksiklik ancak o eksikliği fark ettiğimizde ortaya çıkar. Zaten eksikliğini hissetmeseydik o bir eksiklik olmazdı.

Fark edilmek görünür olmaktır. Eğer bir nesne fark edilmiyorsa ya artık bizim dikkatimizi çekmiyordur ya da artık bizim için görünür değildir. Günlük hayatta kullandığımız nesneler kendi varoluşuna uygun kullanıldığında artık o bizim için bir alışkanlık meydana getirdiğinden bir süre sonra onları fark etmeyiz. Fakat nesneler, olağan işlevlerinin dışında bir davranış sergilediğinde, işte o zaman bizim için “görünür” olurlar. Benzerleri arasında farklı duran, durduğu yeri yadırgayan, bir eksikliği veya tam aksine bir fazlalığı olan ya da benzerlerinin tekrarladığı şeyi tekrarlamayıp farklı bir süreç izleyen her nesne bizim dikkatimizi çeker. Çünkü eksiktir; Bir eksiklik ise ancak eksik olanın diğer yarısıyla birleşmesiyle tamamlanır. Şarjı olmayan telefon eksikliğini tamamladığında artık bizim için telefondur, yanan lamba bizim için lambadır.

Platon “Şölen” isimli kitabında mitolojik bir hikâye anlatır. Hikâyeye göre Androjenler olarak bilinen ilk insanlar, erkek ve kadın cinsiyetinde birbirlerine sırtlarından yapışık iki insandan oluşmaktaydı. Dört kolları, dört bacakları, iki kafaları olan ve birbirlerine yapışık dişi ve erkekten meydana gelen bu insanlar bir gün Tanrılara karşı gelerek Olympos’u işgal etmeye yeltenirler. Bu cesaretleri Tanrıları kızdırır ve Zeus tarafından cezalandırılarak tam ortadan ikiye bölünürler; birbirlerine asla bir daha kavuşarak güçlenmesinler diye ikiye bölünen bu ruhlar dünyanın farklı noktalarına dağıtılır. Platon; “İşte bu yüzden kadın diğer yarısı olan erkeği, erkek ise diğer yarısı olan kadını arar durur” der.

Ve bu arayışımız eksikliğimiz tamamlanıncaya kadar devam eder. Sevgili İsmet Özel gibi soralım öyle ise;

“Bize ait olan ne kadar uzakta?”

Bunu bilmek insanın içindeki boşluğu dolduracak olan eksikliği, puzzle parçası gibi onu tamamlayacak olan o büyük boşluğu fark etmesiyle başlıyor. Yani önce eksikliği fark ederek tamamlanmanın kapısını aralamak gerekiyor. O kapıyı araladıktan sonra ise bizim için hayat sadece bir arayışın parçalarını bulma hikayesine dönüşüyor.

Eksikliğimiz kimimiz için sevgi, kimimiz için güven, kimimiz için dostluk, kimimiz için kariyer olsa da hikayemizdeki eksik olan o parça hepimiz için farklı bir anlam ifade etse de değişmeyen tek bir şey vardır; tamamlanmak…Ve biz daima bir diğerinde kendimizi tamamlayacak parçayı ararken aslında durmadan kendi hikayemizi tamamlamaya çalışırız. Çünkü hiç kimse eksik kalan bir hikâyenin kahramanı olmak istemez.

Fakat o eksik parçayı bulmak o kadar da kolay değildir. Hatta bazılarımız hikayelerindeki o eksikliği tamamlamak için o kadar çok deneme yapar ki gün gelir, bir türlü tamamlanmayan o eksikliğin yokluğuna alışmak zorunda kalır. İşte o an geldiğinde artık o boşluğun dolmasının da bir önemi kalmaz. Çünkü o boşluk artık bir alışkanlık tarafından doldurulmuştur.

Heidegger’in dediği gibi eğer gerçekten noksanlık birbirine ait olanın henüz bir arada olamayışıysa emin olun ki birinin boşluğunu tamamladığınız da artık siz de noksan değilsinizdir çünkü boşluğunu tamamladığınız kişi sizin de boşluğunuzu tamamlayan kişi olmuştur.

Bu yüzden sakın boşluğunu tamamladığınız birini yokluğunuzla sınamayın çünkü bir kez yokluğunuza alışılırsa artık geri dönmeniz, geri dönmemeniz kadar önemsizleşir ve gün gelir geri dönseniz bile o boşluk bir daha asla sizinle dolmaz.

Sabaha çıkamam herhalde diyecek kadar hasta olan biri, şafak söktüğünde nefes almaya bile takati yokken yaşıyorsa; insan bazen umutlarından, bazen en güzel ihtimallerden, bazen yürüyeceği yolda mutlu olacağına emin olduğu halde nedenlerinden dolayı o yolda yürümekten vazgeçiyorsa; inadına yaşıyor, inadına alışıyorsa her şeye…

Sabahattin Ali’nin dediği gibi;

“ve çok geçten daha kötüsü yoktur hayatta.”


Yorum bırakın