1974 yılında ünlü oyuncu Anthony Hopkins’e, George Feifer’in yazmış olduğu “Petrovkalı Kız” adlı romanından beyaz perdeye uyarlanacak bir filmde oynaması için teklif götürülür. Anthony Hopkins filmin senaryosunu okuduktan sonra teklifi kabul eder. Ancak daha sonra filme daha iyi hazırlanabilmek için filmin senaryosu dışında romanı da okumak ister.
Hopkins, o yıllarda Londra’da yaşamaktadır ve günlerce aramasına rağmen hiçbir kitapçıda romanı bulamaz. Bir gün eve dönmek için beklediği metro istasyonunda banklardan birinde bir kitap görür. Bu kitap, Petrovkalı Kız’dır. Kitabı eline aldığında satırların bazı yerlerinin altının çizildiğini ve birçok sayfanın kenarlarına kalemle notlar alındığını görür ve kitabı yanına alıp evine gider.
Hopkins’in “Petrovkalı Kız” ile olan hikâyesi burada bitmiyor. Film çekildikten birkaç ay sonra Hopkins kitabın yazarıyla tanışmak ister ve bu tanışma sırasında metro istasyonunda bulduğu kitabı yazara imzalatmak için yanında götürür. Kitabın yazarı George Feifer imzalamak için Hopkins’in kendisine uzattığı kitabı gördüğünde çok şaşırır çünkü birkaç ay önce filmin senaryolaştırma işlemlerinin kolaylaşması için üzerine bazı notlar aldığı ve düzeltmeler yaptığı kitabın bir nüshasını arkadaşına vermiştir. Olayın ilginç yanı ise şudur ki, arkadaşı kitabı bir metro istasyonunda kaybetmiştir. İşte o kaybolan kitap Hopkins’in elindeki nüshadır.
Hayatımızda gerçekleşen hiçbir şeyin tesadüfen gerçekleşmediği söylenir; tesadüf ya da rastlantısallık dediğimiz şeyler aslında eşzamanlılığın bir sonucudur. Daha fazlası değil!
“Eşzamanlılık Teorisi” (Synchronicity), Analitik psikolojinin de kurucusu olan ünlü İsviçreli psikiyatr Carl Gustav Jung’ın bir teorisidir. Bu teori bir çok kişiye göre bilimsel anlayışın sınırlarının ötesinde bir teori olsa da hayatımızda gerçekleşen imkânsız tesadüflerin belki de bilimsel olarak ilk açıklaması olmuştur.
Carl Gustav Jung yaşamımızdaki bazı tesadüflerin kesinlikle bir anlamı olduğunu düşünüyordu. Jung, ne kadar uğraşırsak uğraşalım çözemediğimiz problemlerimizi hayatımıza birden bire tesadüfen giren insanların kolaylıkla çözmesini, yaşadığımız bazı olayların olabilmesi çok büyük ihtimallere bağlıyken yine de olayların başımıza gelmesini hatta yaşadığımız birden fazla olay arasında herhangi bir nedensellik bağı ya da olasılık olmamasına rağmen yine de o olayları çok tesadüfi bir şekilde yaşamamızı “Eşzamanlılık Teorisi” ile açıklıyor ve bu tesadüfi anlara ise “Anlamlı Tesadüfler” diyordu.
Örneğin arabanızla park yerinde park edecek boş bir yer ararken bir anda tam önünüzde bir aracın park ettiği yerden çıkması ve kolaylıkla aracınızı çıkan aracın yerine park etme anınız Jung için sadece anlamlı bir tesadüftü.
Peki Carl Gustav Jung böylesi milyonda bir olabilecek tesadüfleri bir teori olarak nasıl açıklamıştı?
“Undus Mundus” Latince “Tek Dünya” anlamına gelen bir kavram. Bu kavrama göre gerçekliğin altında yatan bir düzen vardır ve aslında hepimizi ve her şeyi çok derinlerde hem birbirimize hem de tüm evrene bağlayan ortak bir bilinç vardır.
“Unus Mundus” kavramı Jung’a ait bir kavram olmasa da onun sayesinde popülerleşen bir kavramdır. Evrenin birçok şekilde birbirine bağlı olduğunu, insanlığın kolektif bir bilinç içinde olduğunu ifade eder. Peki, bu ne demek?
Bildiğiniz gibi Avusturyalı ünlü psikanalist Sigmund Freud insan psikolojisinin bir çok yönünü cinsellik ile açıklayan bir psikanalisti. Freud kendi geliştirdiği psikanaliz kuramında duygu ve düşüncelerin de cinsel ideler tarafından yönetildiği savunuyordu. Freud’un bu düşüncesi Jung için hem gerçekçi hem de tatmin edici değildi. Ve Freud’un bu düşüncesine karşılık olarak “Ontogenetik Psişe” (Ontogenetic Psyche) kuramını geliştirdi böylece davranışlarımızın kökenini kolektif bir bilince bağladı. Çünkü Jung, hepimizin bir büyük bütünlüğün parçası olduğumuzu düşünüyordu.
Jung bu düşüncelerini Sigmund Freud ile paylaşmayı çok istiyordu. Ve bir gün 1909 yılının Nisan ayında, 33 yaşındaki Jung, artık 52 yaşında olan Freud’u Viyana’daki evinde ziyaret etti. Freud’un parapsikoloji ve duyular dışı algılama konularındaki fikrini çok merak ediyor ve ona bu alanlarda sorular sormak istiyordu. Bu ziyaret sırasında Jung aklındaki tüm soruları Freud ile paylaştı fakat gerçek bir materyalist olan Freud bu soruların tamamını çok saçma buldu. Yine de Freud ve Jung uzun bir sohbetin içine girdiler.
Sohbetleri devam ederken odada bulunan kütüphaneden bir çatırtı sesi gelir. Jung ayağa fırlayarak “İşte ben az önce bunun olacağını biliyordum bunu gerçekten hissettim” der. Freud şaşkınlıkla bunun bir saçmalık olduğunu kütüphaneden gelen sesin odadaki ısı değişiminden kaynaklanan bir genleşmeden başka bir şey olmadığını söyler. Jung ise bu cevaba karşı çıkar “Hayır az önce duyduğumuz ses genleşmenin yaratacağı etkiden daha büyüktü ve bahse girerim bir dakika içinde az önce duyduğumuz sesten çok daha büyük bir ses duyacağız” der. Freud şaşkınlık içinde Jung’un ne demek istediğini anlamaya çalışırken aynı ses bu kez çok daha yüksek şekilde tekrar eder. Jung “İşte gördün mü sana olacağını söylemiştim bu katalitik dışa vurum fenomeni yani ruhsal enerjimizin maddede vuku bulması” der. Freud az önce olanlardan çok şaşkındır fakat yine de Jung’un bu düşüncesine inanmak istemez. İşte bu olay Jung ile Freud’un yollarının ayrıldığı ilk adımı olur.
Jung ile Freud’un yaşadığı bu enteresan olay Jung için dış olaylar ile insanların ruhsal duyguları arasında bir bağlantının olduğunun çıkış noktası olmuş ve herkes için ilgi çekici bir teori olan Eşzamanlılık Teorisinin gelişmesine de önayak olmuştur.
Jung’un kütüphaneden çıkacak olan sesi iki kez hissetmesi onda görünüşte yaşadığımız rastgele olayların, bir nedensel ilişkiye bağlı olmaksızın anlamlı yollarla birbirine bağlanabileceği fikrini pekiştirmiş ve bu fikri bir kavram haline getirmek için “Eşzamanlılık” terimini ortaya atmıştır.
Jung’a göre eşzamanlılık bizim şiddetle ihtiyaç duyduğumuz bir anda bir olayın ya da bir kişinin hayatımıza çok tesadüfen girmesidir. Örneğin bir kişiyi düşünürken aynı anda o kişiden bir telefon almanız ya da hayatınızdaki bir olayı çözümlemek isterken daha önce tanımadığınız bir kişinin ortada nedensel bağlar bile yokken biran da hayatınıza girip olayı çözümlemesi tesadüften öte anlamlı bir tesadüftür.
Jung’un teorisi bilimsel gerçekliklerle henüz kanıtlanmamış olsa bile eğer Jung haklıysa bunun anlamı şudur ki; hayatımızda kimse tesadüfen karşımıza çıkmaz eğer karşımıza çıktıysa mutlaka bir nedeni vardır ve karşımıza çıkan o kişiler ya bizi şuanda olduğumuz yerden farklı yere götürürler ya da bize mutlaka bir şeyler öğretirler.
Hadi gelin yazıyı Hint Felsefesinin şu altın kurallarıyla bitirelim;
Karşına çıkan kişiler her kimse, doğru kişilerdir. Bunun anlamı şudur: hayatımızda kimse tesadüfen karşımıza çıkmaz ve yaşanmış olan her ne ise sadece yaşanabilecek olandır. Hiçbir şey, hem de hiçbir şey yaşadığımız şeyi değiştiremez çünkü her şey doğru anda başlar; ne erken ne geç…
