Yalnızlık Korkusu ve Gerçek Benliğimize Yabancılaşma

İlkel insan doğayla baş başa kaldığında, yaşamını sürdürebilmenin ve tehlikelere karşı savunmasız olmanın zorluklarını fark etti. Tek başına avlanmak, barınak bulmak ve hayatta kalmak, doğanın acımasız koşulları altında neredeyse imkansızdı. Bu nedenle, çevresindeki diğer insanlarla bir araya gelerek ilk toplumları oluşturdu.

Oluşturduğu toplum içinde yaşamaya başlayan ilkel insan zamanla bulunduğu toplum içinde toplumsallaşmaya başladı. Ama henüz toplumsal yapıların birçok kez değişeceğinin ve kültürel normların gelişmesiyle birlikte daha karmaşık bir toplumsallaşma sürecinin içine gireceğinin de farkında değildi.

Ve zaman hızla akmaya devam etti; modern çağa girildiğindeyse teknolojik ilerlemeler ve hızlı şehirleşme, insanların birbirleriyle olan fiziksel ve duygusal bağlantılarının zayıflamasına neden oldu. Çünkü gelişen teknoloji, bireylerin kendi dünyalarına çekilmesine ve sosyal ilişkilerde yüzeysel bağlar kurmalarına neden oluyordu.

Yaşadığımız yüzyılda ise insanoğlu daha önce benzeri görülmemiş bir yabancılaşma içine girdi. Bu yabancılaşma hissi, bireylerin giderek birbirlerinden daha fazla uzaklaşmasına ve soğuk bir yalnızlık içinde sıkışmasına neden oluyor. Sonrası ise ilgiye, sevmeye ve sevilmeye ihtiyaç duyan kalabalıklar içindeki büyük yalnızlıklar.

Yalnızlık üzerine yapılan araştırmalar, bize iki tür yalnızlıktan bahseder. Birincisi, bireyin kendi seçimiyle yaşadığı yalnızlıkken, ikincisi bireyin çevresine uyum sağlayamaması ve toplum tarafından dışlanması sonucu yaşadığı yalnızlık.

Birinci tür yalnızlık, geçici bir yalnızlıktır çünkü birey bilerek ve isteyerek bu yolu seçmiştir. Kendi seçimiyle yalnızlığı seçen birey, yine kendi seçimiyle bu yalnızlıktan çıkabilir. Ancak, ikinci tür yalnızlık en korkuncudur. Kendi isteğimizle yaşamadığımız bu yalnızlık acı verici bir duygudur ve insanlar bu duyguyla yüzleşmemek için her türlü çabayı gösterirler.

Peki o halde, yalnızlık nedir? Yalnızlık, sadece fiziksel olarak tek başına kalmak mıdır, yoksa daha derinlerde, ruhun bir ihtiyacı mı? Bana göre yalnızlık, tek başına kalmış bir kalbin en içten çığlığıdır. Sevgiye, anlayışa ve yakınlığa duyulan bir özlem çığlığı.

Çoğu zaman, çevremizde birçok insan olmasına rağmen kendimizi yalnız hissederiz. Bu paradoks bize, insanın iç dünyasındaki boşlukları doldurmanın ne kadar zor olduğunu da gösterir. Çünkü yalnızlık, sadece fiziksel bir durum değil, aynı zamanda ruhsal bir haldir. Ne kadar kalabalıklar içinde yaşarsak yaşayalım, boşluklarımızı doldurmak için o boşluklarımızı anlayabilen ve bizi olduğumuz gibi kabul edebilen birilerine ihtiyaç duyarız. Bu yüzden sevdiğimiz insanlardan uzak kaldığımızda, bir dostun gülümsemesini, sevdiğimiz bir kişinin sarılmasını, bir annenin şefkatli dokunuşunu ya da bir dostun huzur veren sohbetini özleriz.

Yalnızlık kavramına felsefi açıdan bakıldığında ise, yalnızlığın varoluşsal bir durum olduğunu görürüz. Jean-Paul Sartre’ın dediği gibi, “insan yalnızlığa mahkûmdur.” Sartre’a göre, her birey, kendi varlığını, anlamını ve amacını kendi başına keşfetmek zorundadır. Bu keşif süreci, insanı yalnız kılar çünkü nihayetinde herkes kendi varoluşuyla yüzleşmek zorundadır. Martin Heidegger ise yalnızlığı, insanın “dünya fırlatılmışlığı” olarak tanımlar. Heidegger’e göre, her birey, kendi varlığının farkına vardığında, diğerlerinden ayrışır ve bu farkındalık, insanı yalnız kılar. Ancak bu yalnızlık, aynı zamanda bir özgürlük kaynağıdır. Çünkü Heidegger’e göre insanın kendi varlığını ve özünü keşfetmesi, insanı özgürleştiren bir durumdur.

Ama bizler çoğu zaman bu özgürlük alanını seçmek yerine, sırf yalnız kalmanın acısını hissetmemek adına bizi tamamlayabileceğine inanmasak bile, birçok kişiyi hayatımıza dahil ederiz. Bize benzemeyen, değerlerimizi ve inançlarımızı paylaşmayan o insanların yanında kalmayı seçtiğimizde ise kendimizi büyük bir kısır döngünün içinde buluveririz. Ve tekrar o büyük yalnızlığımıza dönmektense bize benzemeyen insanlarla zoraki ilişkiler kurmaya devam ederiz.  Ve sonunda kendimize bile yabancılaşmayı göze alarak bize ait olmayan o büyük yalana dahil oluruz.

Bu büyük yalana dahil olmak kendi değerlerimizi, inançlarımızı ve duygularımızı göz ardı ederek, başkalarının beklentilerine ve normlarına uyum sağlamayı da beraberinde getirir. Çünkü kabullenilmeye ihtiyaç duyan insan, kabullenilmek adına kendi öz benliğinden uzaklaşarak içsel bir boşluk hissiyle yüzleşmeyi de göze alır.

Ve en önemlisi yaşadığımız bu tür ilişkiler, yalnızlık korkusuyla şekillendiği için, gerçek bir bağlanma ve samimiyet de içermez. Yalnızlık korkusu, bizi sahte ve yüzeysel ilişkilerin içine çekerek, gerçek bağlar kurmamızı da engeller.

Aslına bakarsanız yalnızlık, her bireyin kendine has bir yolculuğudur ve ne yazık ki kaçınılmaz bir insan deneyimidir. Bu yüzden belki de, bir gün mutlaka yaşayacağımız bu deneyimden kaçmak yerine bize yabancı duyguların içine girmektense yalnızlığı bir dost olarak kabul ederek onu insanın kendi iç dünyasını keşfetmesine, kendini daha iyi tanımasına ve gerçek benliğiyle yüzleşmesine fırsat tanıyan kimseyle paylaşamadığımız önemli bir duygumuz olarak kabul etmemiz gerekiyordur. Kendimizi daha iyi tanımak ve daha sağlıklı ilişkiler kurmak için belki de yalnızlığı yaşamak bir zorunluluğumuzdur.

Özdemir Asaf’ın dediği gibi;

“Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz…”


Yorum bırakın