Georg Wilhelm Friedrich Hegel, felsefi sistemini evrensel bir bütünlük üzerine inşa etmişti. Bu sistemin zirvesinde ise “Mutlak Ruh,” vardı.
Hegel’in felsefesinde Tin, Geist, İde, Mutlak, Mutlak Zihin adını verdiği “Mutlak Ruh” kavramı, evrenin nihai gerçeğini ve en yüksek bilinç düzeyini temsil eden temel bir öğedir. Evrende var olan en yüksek bilinç düzeyidir ve evrenin bütününü anlamanın nihai aşamasıdır. Mutlak Ruh, yalnızca bireysel bir farkındalık değil, evrenin kendisini ve insan bilincini aşarak tüm varlığın kendini tanıdığı en yüksek bilinç düzeyini ifade eder.
Hegel, dünyadaki tüm gerçekliğin diyalektik bir süreçle ilerlediğini savunuyordu ve ona göre meydana gelen tüm gerçeklikler Mutlak Ruh’un kendisini gerçekleştirme süreciydi. Bu süreçte düşünce, önce kendisiyle çelişiyor ardından çelişkileri aşarak daha yüksek bir senteze ulaşıyordu. İşte “Mutlak Ruh”, bu diyalektik sürecin nihai sentezidir. Tüm çelişkiler, çatışmalar ve sınırlamalar Mutlak Ruh’ta birleşir ve anlam bulur. Bu bağlamda, Mutlak Ruh yalnızca bir sonuç değil, aynı zamanda bir başlangıçtır.
Hegel bu kavram ile hem felsefi düşüncesini hem de tarihsel gelişimi açıklar. Çünkü Hegel için “Mutlak Ruh” tamamlanmış evrensel bir bilinç düzeyidir. Bu yüzden “Mutlak Ruh” yalnızca insanlıkla sınırlandırmaz; bu kavram, evrenin tamamını kapsayan bir bilinçtir. Bu nedenle, Hegel için varlık ile düşünce arasında bir ayrım yoktur. Düşünce, varlığın özüdür ve bu öz, Mutlak Ruh’ta kendini bulur.
Hegel, evreni ve evrendeki tüm gerçekliği statik yani durağan olmayan tam aksine dinamik, değişebilen organik bir süreç olarak düşüyordu. Onun gözünde gerçekten var olan sadece Mutlak’tı. “Mutlak” kavramı ise son noktada “Tanrı” kavramıyla örtüşüyordu. Fakat Hegel’in “Mutlak” ile örtüşen “Tanrı” kavramı asla Parmenides veya Spinoza gibi idealist filozofların “Doğa Tanrı” yani bir Panteizm düşüncesi değildi. Hegel, Mutlak’ın gerçekliğin tümü olduğunu söylüyor ve “Mutlak” ile asla dünyadan ayrı, dünyaya aşkın, ilahi bir gerçekliği anlatmak istemiyordu. Onun için “Mutlak” değişen, dönüşen ve kendinin farkına varmaya çalışan evrensel bir bilinç olan gerçekliğin kendisiydi.
Yukarda da belirttiğimiz gibi Hegel felsefesini diyalektik bir süreç içinde oluşturmuştu zaten kendi felsefesinin de diyalektik bir bağlamda geliştiğini düşünüyordu. “Mutlak” Kavramı da felsefesinin zirve noktasıydı.
Hegel’in düşüncesine göre “Mutlak”, yalnızca bir varlık ya da nesne değil, aynı zamanda bir gelişim, bir dönüşüm ve bir bütünleşme süreciydi. Tam olarak bir yüksek bilinç seviyesiydi.
Diğer yazılarımızdan da hatırlayacağınız gibi Descartes Cogito’ya yani “Ben” kavramına ulaştıktan sonra filozofların çoğu düşünceye yoğunlaşmış fakat “Bilinç” kavramını tam olarak açıklayamamışlardır. Hegel ise bilinci şematik bir şekilde serimlemiş ve “Bilinç” kavramını Öznel Bilinç, Nesnel Bilinç ve Mutlak Bilinç olarak üç bölüme ayırmıştı.
Hegel’e göre “Öznel Bilinç” bilinç seviyemizin ilk basamağıdır; Bireyin kendi iç dünyası, duyguları ve düşünceleriyle ilgilidir. Bu nedenle “Öznel Bilinç” ilk olarak kendisiyle tanışır. Duygu ve düşüncelerinin yani kendisinin farkına vardıktan sonra ise bulunduğu çevre içindeki insanlarla etkileşime geçerek toplumsallaşır. Toplum, kültür ve devlet gibi nesnel gerçeklikler bu aşamada önemlidir çünkü “Öznel Bilinç” bu sayede “Nesnel Bilinç” evresine dönüşür. Daha sonra gelinen son nokta ise “Mutlak Bilinç” evresidir. Bu en yüksek bilinç düzeyidir. Burada birey, evrenin ve varoluşun anlamını kavrar. Hegel, Bilinç’in bu üç aşamasını diyalektik yöntemle birbirine bağlar. Bir aşamadan diğerine geçiş ise ancak çatışmayla gerçekleşir.
Mutlak bilince geçiş Hegel’in tarifine göre, bireylerin “Nesnel Bilinç” seviyesine ulaştıktan sonra kendi içlerindeki ve dış dünyadaki çelişkileri aşmaları sonucu gerçekleşir. Bu da sürekli bir ögrenme, düşünme, kendini geliştirme ver gerçekleştirmeyle olur. Ayrıca, toplumdaki diğer bireylerle etkileşim içinde olmak “Mutlak Bilinç” seviyesine geçmenin olmazsa olmazıdır.
Yine daha önceki yazılarımızdan hatırlayacağınız gibi Immanuel Kant deneyimin ve duyuların bilgi için temel olduğunu savunuyor ama duyularımızın bir noktada bizi yanıltabileceğini söylüyordu. Çünkü Kant, deneyimin zihnimizin aktif bir şekilde şekillendirdiği bir yapı olduğunu düşünüyordu. Yani, dış dünyadan gelen verileri olduğu gibi alıp kaydetmiyoruz, onları zihnimizin kalıpları ve kategorileri aracılığıyla anlamlandırıyoruz. Bu nedenle Kant, dünya ve evren hakkında bilgilerimiz ancak duyularımızın bize müsaade ettiği kadar olabileceğini söylüyor ve duyularımızla algılayamadığımız hiçbir şeyi ispatlamanın da gerekliliğine inanmıyordu.
Hegel bu noktada Kant’ın düşüncesine karşıydı. Kant, deneyimin ve duyuların bilgi için temel olduğunu savunurken, Hegel daha çok aklın ve mantığın önemini vurguluyordu. Hegel’e göre, gerçeklik akılla kavranabilir bir şeydi. Bu nedenle Hegel, Mutlak Bilinç’e ulaşmanın bireysel bir aydınlanma değil, insanlık tarihinin tamamında gerçekleşen bir süreç içinde olacağını düşünüyordu. Yani, herkesin kendi içindeki Mutlak Bilinç’i keşfederek bunu toplumla paylaştığı ve bireysel bilinçlerin evrensel bir biliç haline dönüşmesi durumu.
Eğer Hegel’in dediği gibi bir gün herkes mutlak bilince ulaşırsa ve bu sayede Mutlak Ruh kendini fark ederse, bu durum felsefe tarihinin en büyük sorularından birine cevap olabilir diye düşünüyorum. Bu en büyük soru Tarihin amacı nedir? sorusudur. Çünkü Hegel’e göre, tarihin amacı Mutlak Ruh’un kendini gerçekleştirmesidir. Bu nedenle, herkesin Mutlak Bilinç’e ulaşmasıyla tarihin doğal seyrinin tamamlandığını söyleyebiliriz.
Hegel`in hayal ettiği dünya, mantık ve aklın hüküm sürdüğü bir yerdi. Ona göre, evrenin kendisi mantıksal bir yapıydı ve bu yapıyı anlamak için sadece aklımızı kullanmamız yeterliydi. Ve Hegel belki de felsefesinin tamamını özetleyen “Ussal olan gerçektir, gerçek olan ussaldır” sözünü de tama olarak bu noktada söyler.
Hegel için “daha iyi dünya”, insanların aklını kullanarak evrenin mantıksal yapısını anladığı ve bu anlayışa göre yaşadığı bir yerdi. Bu, çatışmaların ve yanlış anlamaların olmadığı, herkesin kendi yerine ve rolüne uygun davrandığı uyum içinde yaşanılan bir toplum demekti. İnsanlığın bu noktaya gelmesi ise ancak tüm insanlığın “Mutlak Bilinç” seviyesine ulaşmasıyla mümkündü. Yani “Mutla Ruhun” kendisinin farkına vardığı bilinç seviyesi.
Hegel’in felsefesinin son durağı mutlak ruhtur. Bu aşamaya geliş ise diyalektik bir süreçtir.
“Diyalektik” ise felsefede, özellikle Hegel gibi düşünürler tarafından kullanılan bir kavramdır ve temel olarak karşıtların çatışması ve bu çatışmanın çözümü aracılığıyla gelişen bir düşünme anlayışını ifade eder. Diyalektik, aynı zamanda gelişim ve değişim sürecini açıklayan bir yöntemdir. Birbiriyle çatışan karşıtlar arasındaki sürekli bir etkileşim ve dönüşüm halidir. Bu çatışma daha yüksek bir düzeyde, yeni bir bilgiye ulaşmayı sağlar. Tez, Antitez ve Sentez” üçlemesiyle bilinir.
Tez: Bir görüşün, bir durumun mevcut hali, ya da ilk ifadesidir.
Antitez: Tezle zıt, ona karşıt bir görüş ya da durum ortaya çıkar. Bu, bir çelişki ya da karşıtlıktır.
Sentez: Tez ve antitezin çatışması ya da etkileşimi sonucu her iki tarafın özelliklerini birleştirerek yeni bir durum ya da görüş ortaya çıkar bu yeni durum sentezdir.
Tez, Antitez ve Sentez üçlemesi Hegel felsefesindeki Öznel bilincin diyalektik bir süreç izleyerek Nesnel bilince ve oradan da Mutlak bilince ulaşmasındaki temel argümandır. “Diyalektik” kavramının tanımından da anlaşılacağı üzere, Mutlak’ın bilgisi aslında “Öznel Bilinç” ile “Nesnel Bilincin” sentezidir. Gerçekleşen bu sentez sonrası meydana gelen yeni durum ise Mutlak Ruh’un kendini tam anlamıyla gerçekleştirdiği ve kendini fark ettiği bir evrensel bilinç halidir. Bu, tüm bireylerin ve toplumların uyum içinde olduğu, gerçekliğin tam anlamıyla anlaşıldığı ve her şeyin mantıklı ve uyumlu bir bütün oluşturduğu bir dünya anlamına gelir.
