Alman aktivist filozof Albert Schweitzer, 1952 yılında Nobel Barış Ödülünü Oslo’da alırken tüm insanlığa şöyle sesleniyordu:
“Olayları oldukları gibi görmeye cesaret edelim. İnsan, insanüstüne yükselmiştir. Ama insanüstü güce erişmemize rağmen maalesef insanüstü bir akılcılık gösteremiyoruz. Artık şu gerçeği itiraf etmenin zamanı gelmiştir: Üstün insan, gücünün artmasıyla birlikte, gerçekte zavallı ve acınacak bir insan haline gelmiştir. Uzun süredir anlamamız gereken bu gerçeği, şimdi lütfen kabul edelim. Üstün insan olmakla, gerçekte, bencil, nankör, açgözlü insan dışı bir varlık olduk biz.”
Aslına bakarsanız Schweitzer’ın bu sözleri, İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanılan ekonomik büyüme ile birlikte meydana gelen derin ahlaki ve manevi krizlere bir yanıttı. İnsanlık ikinci dünya savaşı sonrasında teknolojik ilerlemeler ve bilimsel keşiflerle büyük bir güce ulaşmıştı, ancak bu gücü kullanma biçimi trajik sonuçlara yol açıyordu. Schweitzer bu sözleriyle insanın gücünü artırırken kendi insani değerlerini yitirme riskiyle karşı karşıya olduğuna dikkat çekiyordu.
Bu eleştiri insanlığın endüstri çağına adım attığı günden beri süregelen bir paradoksu da gözler önüne seriyordu. Başlangıçta tüm insanlığa büyük umutlar vadeden teknolojik ilerlemeler ve kapitalizmin yüksek kapasiteli üretim gücü, insanlara serbest piyasa ekonomisinin sağladığı özgürlükle, arzu ettikleri hayatlara kavuşabileceklerine inandırmıştı. Evler yeni icatlarla donatılıyor, üretim bolluğu sayesinde daha önce ulaşılması güç olan ürünler artık herkesin erişimine sunuluyordu. Bu gelişmeler, tüketim şeklini, tüketim kültürünü ve tüketimle ilişkilendirilen mutluluk anlayışını da hızla değiştiriyordu. Günümüzde ise artık duygu, düşünce ve tutkularımız hatta yaptığımız seçimlerimiz bile kitle iletişim araçlarının kontrolündeki endüstri güçleri tarafından yönlendiriliyor. Sosyal medya algoritmaları, reklamlardaki ideal yaşam modelleri ve popüler kültür, bireylerin mutluluk anlayışını çoktan şekillendirmeye başladı. Ve kapitalizmin temel dinamiği olan “tüketim olmadan üretim olmaz” gerçeğini bilen “sistemin efendileri,” hala mutluluğun sırrını tüketim olarak sunmaya devam ediyor. Fakat günümüzde, birçok insan artık endüstri çağının verdiği bu sözleri yerine getiremediğini, kapitalizmin mutluk adı altında pazarladığı serbest piyasa ekonomisinin bir rüyadan ibaret olduğunu anlamış durumda. Çünkü kapitalizmin bu vaatleri, insanları daha derin bir tatminsizliğe sürüklemekten başka bir işe yaramıyor. Tükettikçe daha fazla haz alacağını zanneden birey, anlam arayışından uzaklaşarak bencil ve yalnız bir varlık haline geliyor.
“Jouissance” Fransızca bir kelime; temel anlamıyla haz, keyif, zevk anlamına geliyor. Ancak Fransız psikanalist ve düşünür Jacques Lacan bu kelimeyi basit bir haz ya da keyif olmaktan çok, hazzın ötesinde hem haz veren hem de acı içeren bir deneyim olarak tanımlıyor.
Ve Lacan bu kelimeyi modern bireyin tüketim davranışlarını ve bu davranışlardaki çelişkileri anlamak için bizlere güçlü bir araç olarak sunuyor. Özellikle, tüketim çılgınlığının birey üzerinde yarattığı tatminsizlik, doyumsuzluk ve sürekli arzu hali “Jouissance” temelinde incelendiğinde daha net bir şekilde anlaşılabiliyor.
“Sistemin Efendileri” bireylerdeki tüketim alışkanlığını arttırabilmek için sürekli olarak yeni arzular ve yeni hayaller sunarak onları bir şeylere sahip olma dürtüsüyle yönlendirmeye çalışıyorlar. Bu yüzden reklamları, popüler kültürü ve her türlü medyayı kullanarak tüketim yoluyla mutluluğun ve tatminin mümkün olduğu mesajını veriyorlar. Ancak, bu “mutluluk” asla tam olarak elde edilemiyor. Çünkü tüketim toplumunun işleyişi, bireyin sürekli eksik hissetmesine dayanıyor. Bu eksiklik, Lacan’ın “Jouissance” kavramında olduğu gibi, bireyin hazza ulaşmaya çalışırken acı çekmesine yol açıyor.
Çünkü “Jouissance”, bireyin sürekli daha fazlasını istemesini istiyor. Örneğin, birey lüks bir ürüne sahip olduğunda, bu sahipliği başlangıçta onun yoğun bir haz hissetmesine neden olurken hissettiği bu duygu zamanla yavaş yavaş kayboluyor ve yerini yeni bir isteğe bırakıyor. Hiçbir zaman tam anlamıyla tatmin olmayan “tüketim toplumu insanı” sürekli daha fazlasını arzulayarak tüketim toplumunu beslediğinin farkında bile olmadan tatminsiz bir varlık haline dönüşüyor.
Reklamlar ise bireylerin “Jouissance” arzusunu manipüle eden en önemli argüman. Örneğin, bir araba reklamı sadece bir ulaşım aracını değil, aynı zamanda statü, güç ve mutluluğu vaat ediyor. Birey bu arabayı aldığında, başlangıçta bir tatmin yaşasa da hızla bu tatmin kayboluyor ve yerini başka bir eksiklik duygusuna bırakıyor.
Lacan’a göre, “Jouissance” ın tuzağından kurtulmanın tek bir yolu var; arzularımızın gerçek nedenini anlamak. Belki de işte tam bu noktada Schweitzer’ın çağrısını yeniden hatırlamak gerekiyor. İnsanlık teknolojik gücünü artırırken bunun yanında ahlaki ve akılcı bir dönüşüm yaşamak zorundadır. Bugün, insanlığın zenginliğini yalnızca maddi birikimle ölçen anlayış yerini manevi değerleri ön planda tutan bir yaklaşıma dönüştürmek zorundadır. Çünkü gerçek mutluluk, yalnızca maddi gücün değil, insani değerlerin de büyümesiyle mümkün.
Schweitzer’ın dediği gibi, insanüstü güce ulaşmış olabiliriz. Ancak artık insanlık, insanüstü bir akılcılık ve vicdan geliştirmek, insan olmanın anlamını yeniden keşfetmek zorundadır.
Kaynak: Sahip Olmak ya da Olmak / Erich Fromm
