Bir önceki Immanule Kant yazılarımızda da belirttiğimiz gibi batı felsefe tarihinde birçok filozof özellikle Modern felsefe ve sonrasında iki klasik ekol üzerinden ilerleyerek doğayı anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmışlardır. Her iki görüş de evrene bakış açıları farklı olmasına rağmen ortak bir noktada birleşiyor doğayı anlamanın Matematikten geçtiğine inanıyordu. Bu iki ana görüş Empirist (Deneyci) ve Rasyonalist (Akılcı) görüştür.
Örneğin empirist bir düşünür olan Hume, matematiksel yargıların analitik olduğunu yani, bilgimizi genişletmeyen ve a priori (deneyden bağımsız) yargılar olduğunu söylüyor ve matematiksel yargıların mevcut bilgimizin mantıksal bir birleşimi sonucu elde edildiğini bu nedenle bize yeni bir bilgi sunamayacaklarını düşünüyordu. Bilgimizi genişletmedikleri için de Huma’a göre informatif (Bilgi verici) değillerdi. Fakat Hume’un bu düşüncesinde bir sorun vardı; “Nasıl oluyor da bilgi vermeyen, analitik bir bilgi olan matematik, sentetik olan yani bilgimizi genişleten doğa biliminin dili olabiliyordu?”
Bu soru Batı felsefesi tarihinde hem rasyonalistler hem de empiristler tarafından masaya yatırılmış, birçok filozof tarafından araştırılmış ancak Kant’a kadar tatmin edici bir cevap maalesef bulunamamıştı. Kant ise kendi dönemine kadar süregelen bu soruya empirist ve rasyonalist görüşü ortak bir noktada buluşturarak cevap bulmaya çalıştı.
Kant empiristlerin aksine matematiksel yargıların bilgimizi genişlettiğini düşünüyor bu nedenle matematiksel yargıların analitik (bilgimizi genişletmeyen) değil sentetik olduğunu söylüyordu. Ayrıca matematiksel yargıların hem evrensel hem de zorunlu olduğuna inanıyor bu yüzden a priori yargılar olduğunu söylüyordu. Yani ona göre matematiksel yargılar “sentetik a priori” yargılardı.
Çünkü matematik ardışık bir yapıya sahip olan zaman formu sayesinde, geometri ise artarda bir yapıya sahip olan mekân formu sayesinde doğa ile ilişki kurabiliyor ve böylece anlamlı hale geliyordu. Kant’a göre zaman ve mekân “görü”nün ön şartı yani olmazsa olmazıydı bu nedenle matematiksel yargıların da ön şartı olmak zorundaydılar.
Kant’a göre zaman ve mekân görüyü, a priori olarak öznede var olan kategoriler ise kavramların oluşmasını sağlıyordu. Çünkü Kant’a göre zaman ve mekân duyumlama yetimizin a priori formlarıydı, kategoriler ise nesnelerin kavranmasını sağlayan saf a priori kavramlardı. Böylece zaman ve mekân görüyü, kategoriler ise düşünmeyi olanaklı kılıyordu.
Kant’ın zaman ve mekân kavramlarını öznenin a priori formu olarak konumlandırması bilgiyi zorunlu olarak zamansal ve mekânsal yapıyordu. Oysaki “İdealar Teorisi” ile idealist düşüncenin öncüsü sayılan Platon döneminde tüm gerçeklik idealar alemindeydi ve dünyada gördüğümüz her şey idealar aleminin bir yansıması, gölgesiydi. Platon’a göre örneğin “çember” kavramının en mükemmel hali idealar/tümeller âlemindeydi ve ampirik/tikel âlemde yani gerçek dünyada çizilen tüm çemberler idealar âleminde yer alan çemberin sadece bir yansımasıydı. Platon’a göre matematiksel nesneler de zihinde kurulan tecrübeden bağımsız, değişmeyen bir gerçekliğe sahip evrensel bilgiydiler.
Daha sonraki yıllarda matematiksel nesnelerin Platon’un düşündüğü gibi ampirik/tikel âlem dışında idealar/tümeller âleminde oldukları görüşü saçma bulunsa da matematiksel bilginin zihinde kurulan tecrübeden bağımsız olarak yani a priori olarak kavrandığı düşüncesi felsefe tarihinde rasyonalist görüş açısından kabul görmeye devam etmiş bu düşünceye ilk karşı çıkanlar ise empiristler olmuştur.
Modern felsefe döneminde ise matematik hem rasyonalist hem de empirist düşünürler tarafından farklı bakış açılarıyla ele alınmıştır. Örneğin Descartes, 1619-1628 yıllarında yazdığı ve ölümünden sonra yayımlanan “Regulae” isimli eserinde matematiksel bilginin kesin, evrensel, zorunlu ve değişmez olduğunu iddia ederken, Leibniz ise matematiksel bilgilerin çelişmezlik ilkesine göre ispatlandığını söyleyecek böylece matematiksel bilgiye adeta bir kutsallık (tanrısal bilgi) atfedecekti. Leibniz’e göre her şeyin özü matematikti ve Tanrı kusursuz bir matematikçiydi.
Rasyonalistlerin bu şekilde düşündüğü yerde empiristlerin önde gelen filozoflarından Hume ise matematiksel nesnelerin salt zihinsel alanda inşa edildiklerini düşünüyor ancak rasyonalistlerden farklı olarak matematiksel önermelerin deneyim alanında uygulanabileceğini söylüyordu.
Bu iki görüşü sentezleyen Kant rasyonalistler ile empiristlerin düşüncelerini bir araya getirerek yeni bir metafizik ortaya koymaya çalıştı. Bu amaçla Kant, matematiksel yargıların bilgimizi genişleten informatif yargılardan oluştuğunu ve asla analitik olmadığını iddia ederek empiristlerden ve sadece akıl ile anlaşılamayacağını söyleyerek rasyonalistlerden farkını ortaya koyacaktı. Böylece Kant, matematiksel önermelerin analitik değil, sentetik a priori önermeler olduğunu iddia etmiş oluyordu.
Kant’a göre matematiksel önermeler bir taraftan sentetik yani bilgimizi genişleten ve deneysel alanda bize yeni bilgiler sunan bir bilgi aynı zamanda a priori yani evrensel ve zorunlu önermelerdi. Kant, bu tür yani sentetik a priori olan yargıların nasıl mümkün olacağını ise Saf Aklın Eleştirisi isimli kitabında açıklayacaktı.
Kant, “transandantal felsefe” adını verdiği felsefesiyle eğer matematik ve fiziğin tıpkı mantık gibi sentetik a priori olduklarını kanıtlayabilirse metafiziği de mutlak bir temele oturtacağını düşünüyor bu nedenle metafiziğin, sentetik a prori bir bilgi olup olmadığını öğrenmek istiyordu. Kant’ın temel amacı, metafiziğin sınırlarını belirleyerek, onu da tıpkı matematik gibi akla dayalı gerçekçi bir bilim haline dönüştürmekti.
Aristoteles’e göre, bilginin oluşumunda belirleyici faktör bilen öznedir. Algılanan nesne ise bilen öznenin zihninde inşa edilir. Aristoteles’e göre zihin, sahip olduğu formlarla yani kategorilerle bilgiyi inşa eder ve nesnenin sahip olduğu nitelikler özne tarafından belirlenir.
Kant’ta tıpkı Aristoteles gibi bilgimizin, bilen özne ile algılanan nesnelerin belli bir kurala göre etkileşiminin bir sonucu olduğunu söyleyecekti. O da Aristoteles gibi nesnenin zihnimizde a priori olarak var olan kategoriler yardımıyla oluştuğunu söyleyecek ancak bilgimizin nesnelere uyması gerektiğini söyleyen Aristotelesçi düşünceye nazaran bunun tam tersini söyleyerek nesnelerin bizim bilgimize uyması gerektiğini söyleyecekti. Aristoteles’in bilgi kuramını ters-yüz eden Kant, bu değişimi “Kopernik Devrimi” olarak nitelendirir ve bu düşüncesini Saf Aklın Eleştirisinde şu cümlelerle ifade eder:
“Şimdiye kadar hep bilgimizin nesnelere uyması gerektiği iddia edilmiştir. Ne var ki, bu varsayıma dayanarak kavramlar vasıtasıyla nesnelerin a priori bilgisini edinmek hep başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu nedenle, nesnelerin bizim bilgimize uyması gerektiğini düşünürsek belki daha başarılı sonuçlar alabiliriz. Bu da istediğimiz sonuca yani nesneler verilmeden önce onlar hakkında a priori bilgiye ulaşmamızı sağlar.”
Kant bugüne kadar kimsenin aklına gelmeyen bu büyük değişimi yaptıktan sonra bilginin bir çıktısı olan yargı cümlelerinin yorumlanmasına geçer. Yargı, bir kavram ve bir nesneyi içinde barındıran bir bütündür. Bu nedenle Kant felsefesinde, yargıdan bağımsız nesne ve kavram mümkün değildir.
Fakat her türlü yargı özneye bağımlı olduğundan özne olmadığı zaman nesnenin veya kavramın inşası da mümkün olamayacaktır. Örneğin, bir masaya baktığımızda a priori olarak bizde olan zaman ve mekân görüsü sayesinde onun varlığını duyusal olarak biliriz. Ayrıca masanın dokusunu, rengini ya da büyüklüğünü yine duyularımız sayesinde kavrarız. Dolayısıyla Kant’a göre, herhangi bir nesnenin bizde saf kavramı yani kategorisi yoksa o nesneyi bilmemiz imkânsızdır.
Yani Kant’a göre bizde bilginin yani yargıların oluşabilmesi için öncelikle iki temel unsur şarttır: Görü ve Saf Kavram.
Kant, Saf Aklın Eleştirisi isimli eserinde yargıları iki ana kavram altında toplar. Bunları analitik ve sentetik yargılar olarak tanımlar. Kant, kitabında bu iki yargıyı söyle tanımlar;
“İçinde bir öznenin yüklem ile ilişkisinin düşünüldüğü tüm yargılarda (yalnızca olumlu yargıları inceliyorum, daha sonra olumsuz yargılara uygulaması kolay olacaktır) bu ilişki iki farklı şekilde olanaklıdır. Ya yüklem B özne A’ya, bu A kavramında (gizli olarak) içerilen bir şey olarak aittir; ya da B, kavram A ile gerçekte bağlantıda olmasına rağmen kavram A’nın dışında yatar. Birinci durumdaki yargılara analitik adını veriyorum, diğerine sentetik.”
Bilgimizi genişleten Sentetik yargıların ne olduklarını artık biliyoruz peki ya Analitik yargılar nasıl yargılardır?
Analitik yargılar öznenin yüklem tarafından zorunlu içerildiği yargılardır. Bu nedenle bilgimizi genişletmezler. Mesela “Tüm bekar erkekler evli değildir” yargısında olduğu gibi. “Evli olmayan” zaten “Bekar” olduğundan yani yüklem öznede zaten belirtildiğinden bu cümle bizim bilgimizi genişletmez.
Yargıları iki sınıfa ayıran Kant daha sonra bilginin elde edilmesine kaynak olan a priori (tecrübeden bağımsız) ve a posteriori (tecrübeye bağlı) kavramları ile eşleştirerek dört farklı yargı türü elde eder:
- Analitik a priori
- Analitik a posteriori
- Sentetik a priori
- Sentetik a posteriori.
Kant’ın asıl hedefi metafiziği bir bilim olarak göstermek olduğundan bunu sağlayacak bilginin sentetik a priori olduğunu düşünüyor bu nedenle metafiziğin sentetik a priori olup olmadığını araştırmaya başlayacaktı.
Sentetik yargılar, analitik bilgilerin aksine bilgimizi genişleten yargılar olduğunu söylemiştik. Fakat Kant, sentetik yargılarda özne-yüklem ilişkisi arasında sentetik bir ilişkiyi mümkün kılan bir farklı bir unsurun olması gerektiğini de düşünüyordu. İşte Kant olması gerektiğini düşündüğü bu farklı unusurun “Kategoriler” olduğunu söyleyecek ve Aristoteles’in on kategorisine karşılık on iki kategori sıralayacaktı.
Kant bu kategorileri dört ana başlık altında üçerli gruplar halinde sınıflandırdı. Bunlar nicelik (birlik, çokluk, bütünlük), nitelik (gerçeklik, olumsuzlama, sınırlama), bağıntı (töz, neden, birliktelik) ve kiplik (olanak, varoluş, zorunluluk) kategorileridir.
Yani sentetik a priori yargıların inşası için sadece saf a priori görüler (uzay ve zaman) yeterli değildi. Kant’a göre, sentetik a priori yargıların mümkün olabilmesi için arka arkaya gelen üç aşama gerekiyordu.
Birinci aşamada, a priori görünün (uzay ve zamanın) formel koşulları oluşacak. İkinci aşamada, görüdeki kavrayış ile uzay ve zamandaki a priori tasarımlar kategoriler sayesinde düzenlenecek. Son aşamada ise, transandantal bir bilinçli algı tarafından özne ve yüklemin sentetik birliği sonucu zihnimizde nesnelerin kavranması tamamlanacaktı.
Kaynakça:
Kant’ın Şemsiyesi: Kant’ın Teorik Felsefesi Üzerine Yazılar Bülent Gözkan
Sentetik A Priori’nin Matematiğin Gerçekliğindeki Rolü Abdulhamit Küçükaslan
