Alman idealizmi, 18. yüzyılın sonları ile 19. Yüzyılın başlarında, özellikle Immanuel Kant’ın felsefesini hem eleştirmek hem de geliştirmek amacıyla temelleri atılan Johann Gottlieb Fichte, Friedrich Wilhelm Joseph Schelling ve Georg Wilhelm Friedrich Hegel gibi filozofların katkılarıyla gelişen bir düşünce akımıdır.
Bu akımın oluşumu hem Aydınlanma felsefesinin etkileriyle hem de öncesindeki Rasyonalizm ve Empirizm akımlarına karşı bir tepki olarak oluşmuştur. Aydınlanma dönemi düşünürleri rasyonalist bir eğilimle ancak akıl ve bilimle insanın dünya ve kendisi hakkında doğru bilgiye ulaşabileceğini savunmuş, ancak daha sonra gelen Kant bu düşünceyi, insanların yalnızca fenomenal dünyayı algılayabildiklerini, gerçekliği “şeylerin kendisi” (Numenal Dünya) olarak bilemeyeceklerini ileri sürerek eleştirmiştir. Kant’ın Transandantal Felsefesi sonucu metafizik anlayış çok büyük bir yara almış hatta felsefi düşünce dünyasına artık bir kazanım veremeyeceği anlaşılmıştır.
İşte Alman idealistleri, Kant’ın bu düşüncesine yani numenal dünyanın bilinemeyeceği fikrine karşı çıkarak, “Var olan her ne varsa bilinebilir” düşüncesi içinde felsefi sitemlerini oluşturmuşlardır. Onlar bu düşünceleriyle metafiziği yeniden felsefenin merkezine yerleştirmek için idealizmi bir araç olarak kullandılar. Bu çabanın en güçlü ifadesi, Hegel’in “Diyalektik İdealizm” anlayışında kendini gösterdi.
Aslında Alman idealizmi, başlangıçta Kant’ın epistemolojik ve metafizik sorularına yanıt aramak hatta Kant felsefesini daha da geliştirmek çabası olarak ortaya çıktı, ancak kısa sürede bireysel bilinç, doğa, özgürlük ve tarih gibi kavramların diyalektik düşünceyle açımlanmasına dönüştü. Fichte, Schelling ve Hegel gibi filozofların özgün katkılarıyla şekillenen bu akım, insanın içsel dünyası ile dış dünya arasındaki bağı yeniden tanımladı. Özgürlük, etik ve tarihin felsefi bu düşünce çerçevesinde yeniden ele alındı.

Alman idealizmi yalnızca felsefi bir hareket olarak kalmadı; aynı zamanda sanat, edebiyat ve siyaset gibi alanlarda da derin etkiler yarattı ve nihayet Hegel’in Mutlak İdealizm düşüncesiyle en zirve noktasına ulaşmıştır. Ancak bu yazımız Alman İdealizm Felsefesini anlatan bir yazı olmayacak. Çünkü Alman idealizmine geçmeden önce “idealizm” kavramını ve onun çeşitli biçimlerini ele alarak bu düşünce sistemini anlamamız gerekiyor.
İdealizm, bir cismin görünüşü anlamında kullanılan yunanca “Eidos (Görünüm)” kelimesinden türetilmiştir.
Varlığın, insandan ve insan bilincinden bağımsız olarak var olduğunu savunan realist felsefe ve her şeyin, nesnel tüm gerçekliğin hatta zihin de dahil olmak üzere bütün görüngülerin maddi etkileşimler sonucu oluştuğunu öne süren materyalist felsefenin tam karşısında yer alan idealizm, var olan her şeyin düşünceden çıktığını düşünce dışında nesnel hiçbir varlığın olmadığını savunur.
Temelde tüm gerçekliğin düşünce olduğunu savunsalar da kendi içerisinde Subjektif İdealizm (Öznel İdealizm), Objektif İdealizm, Transandantal İdealizm, ve Mutlak İdealizm gibi kollara ayrılmıştır.
Subjektif İdealizm, gerçekliğin bireyin bilinci tarafından oluşturulduğunu veya algılandığını savunan bir idealizm türüdür. Bu yaklaşım, dış dünyanın varlığını kabul etse bile, onun ancak bir bilinç tarafından algılandığı sürece var olduğunu ileri sürer. Yani, bir şeyin varlığı, onun bir özne tarafından algılanmasına bağlıdır. Subjektif idealizme göre, dış dünya bağımsız bir gerçeklik değil, bireyin bilinç ve algılarının bir ürünüdür.
Subjektif idealistler, fiziksel nesnelerin ancak bir zihin tarafından algılandığında var olabileceğini söyler. Algılanmayan bir dünyanın varlığı sorgulanır.
Subjektif idealizmin en ünlü savunucularından biri George Berkeley’dir. Berkeley, “Var olmak algılanmaktır” (esse est percipi) ilkesini ortaya atmıştır. Ona göre, nesneler yalnızca algılandıkları sürece vardır. Eğer algılayan bir zihin yoksa, nesneler de var olamaz. Bu yaklaşım, gerçekliği tamamen bireysel deneyimlere bağlar ve maddi dünyanın bağımsız varlığını reddeder.
Berkeley, algılanmayan nesnelerin nasıl var olmaya devam ettiğini ise Tanrı’nın her şeyi sürekli algılamasıyla açıklar. Yani Tanrı’nın algısı, bizim algımızın ötesinde olduğu için dış dünyanın sürekliliğini Tanrı algısı sağlar.
Objektif İdealizm ise gerçekliğin zihin veya bilinçten bağımsız olarak var olmadığını savunan, ancak gerçekliğin bireysel algılardan daha üstün ve bağımsız bir zihinsel varlıkla temellendirildiği idealizm türüdür. Bu yaklaşımda, fiziksel dünyanın temeli bir tür evrensel zihin, mutlak düşünce, ya da ruhtur. Yani, gerçeklik zihinseldir, ancak bu zihinsellik bireysel bir bilincin ürünü değil, bireylerin ötesinde bir evrensel aklın ya da ruhun varlığına dayanır.
Platon’un fikirleri de objektif idealizme öncülük eder. Platon’a göre, fiziksel dünya, mükemmel ve değişmez “idealar dünyası”nın bir yansımasıdır. İdealar (örneğin güzellik, adalet, iyilik) bireysel bilinçten bağımsız olarak var olan zihinsel gerçekliklerdir.
Fakat Objektif idealizmin en bilinen ve en önemli ismi ise hiç kuşkusu, Georg Wilhelm Friedrich Hegel’dir. Hegel, tüm varlıkların ve olayların bir “Mutlak Ruh” ya da “Mutlak Düşünce” tabii ki “Geist” in tezahürleri olduğunu savunmuştur. Tarih, doğa ve bireysel bilinç, bu mutlak ruhun kendini gerçekleştirme sürecinin parçalarıdır.
Transandantal İdealizm, Immanuel Kant’ın temsil ettiği idealizmdir. Kant’a göre tüm gerçeklik, zihnin yapılandırıcı faaliyetiyle gerçekleşir yani Fiziksel dünya, zihnin katkısıyla anlam kazanan bir yerdir. Kant bu düşüncesiyle dünyayı Fenomenal ve Numenal dünya olarak iki farklı dünyaya bölmüştür. Kant‘a göre, insan zihninden ve düşüncesinden bağımsız bir gerçek nesne dünyası vardır. Ama biz onu tam gerçek şekliyle bilemeyiz. Biz, sadece algıladığımız şeyi biliriz. Bu anlamda nesneleri olduğu gibi değil, zihnimizin onları algıladığı biçimde deneyimlediğimiz bir dünyada yaşamaktayız. Bizler duyu organlarımızla algılayabilen canlılar olduğumuzdan dolayı gerçek dünyanın özünü (numen) algılayamayız, sadece görünüşleri (fenomen) algılarız. Kant, gerçek dünyanın var olduğunu kabul ediyor ama bizim onu tanımamız ve bilmemiz konusunda oldukça idealist davranıyordu.
- Fenomenal Dünya: İnsan zihni tarafından algılanan ve deneyimlenen dünyadır. Bu dünya, duyu organlarımızın ve zihnimizin filtrelerinden geçerek anlam kazanır.
- Numenal Dünya: İnsan zihninden bağımsız, nesnelerin “kendinde şey” hâlidir. Ancak Kant’a göre, bu dünyayı tam anlamıyla bilmemiz mümkün değildir.
Kısacası, Kant’a göre bizler nesneleri olduğu gibi değil, zihnimizin onları algıladığı biçimde deneyimleriz. Bu durum, gerçek dünyanın özünü (numen) algılamamızı da imkânsız kılar. Kant bu düşüncesiyle bilgiyi sınırlamış ve insan aklının her şeyin bilgisine ulaşamayacağını söylemiştir.
Mutlak İdealizm, tüm gerçekliğin, tüm varlıkları kapsayan ve bir bütünlük oluşturan bir “Mutlak Ruh” ya da “Mutlak Akıl” tarafından şekillendirildiğini savunan bir felsefi akımdır. Bu düşünceye göre, gerçeklik, bireysel ya da nesnel unsurlara indirgenemez; aksine, her şeyin birbiriyle ilişki içinde olduğu daha büyük bir bütünlük vardır. Genel olarak Hegel’in idealizm düşüncesi olarak bilinir. Objektif idealizme benzese de aralarında düşünsel anlamda farklar vardır. Objektif idealizmden farklı olarak Gerçekliği bir süreç olarak görür. Mutlak idealizme göre karşıtlıklar (tez ve antitez) diyalektik bir hareketle birleşerek daha üst bir senteze ulaşır. Bu süreç, evrende sürekli bir gelişim olduğunu gösterir. Bu anlamda Tarih, Mutlak Ruh’un kendini gerçekleştirme sürecidir. İnsanlık tarihi, Mutlak Ruh’un bilinçlenme yolculuğunu ifade eder.
- Tez, Antitez ve Sentez: Karşıt görüşler ya da durumlar (tez ve antitez), bir diyalektik hareketle daha üst bir gerçeklik düzeyine (sentez) ulaşır. Bu süreç, evrenin sürekli gelişimini ifade eder.
- Tarihsel Süreç: Hegel’e göre tarih, Mutlak Ruh’un bilinçlenme ve kendini gerçekleştirme sürecidir. İnsanlık tarihi, Mutlak Ruh’un bu yolculuğunu somutlar.
Mutlak İdealizm ile Diğer İdealizm Türleri Arasındaki Farklar
Subjektif İdealizm: Gerçekliği bireysel bilincin algılarına indirgerken, Mutlak İdealizm evrensel bir ruhun varlığına odaklanır.
Objektif İdealizm: Evrensel ideaların varlığını savunur, ancak Mutlak İdealizm gibi bir bütünlük ya da tarihsel bir süreç anlayışı getirmez.
Transandantal İdealizm: Bilgimizin sınırlı olduğunu ve şeylerin özünü bilemeyeceğimizi savunurken, Mutlak İdealizm her şeyin bir birlik içinde bilinebileceğini öne sürer.
İdealizmin türleri, gerçeklik ve bilgiye yaklaşım konusunda farklı görüşler sunsa da hepsi, maddi dünyanın ötesinde bir zihinsel veya ruhsal temel arayışında ortak bir fikirdedir. Bu yüzden de idealistir.
