Johann Gottlieb Fichte

Bir önceki yazımızda 18. yüzyılın sonları ile 19. Yüzyılın başlarında Immanuel Kant’ın Transandantal Felsefesinden hemen sonra, Kant’ın Eleştirel Felsefesinin ilk kritiği olan “Saf Aklın Eleştirisi” kitabının basımıyla birlikte Kant’ın felsefesini hem eleştirmek hem de geliştirmek amacıyla Johann Gottlieb Fichte, Friedrich Wilhelm Joseph Schelling ve Georg Wilhelm Friedrich Hegel gibi filozofların katkılarıyla Alman İdealizm Felsefesinin başladığını söylemiştik.

Johann Gottlieb Fichte, Kant felsefesinden hemen sonra başlayan ve Alman İdealist geleneğinin ilk temsilcisi olarak bilinen 1762 ila 1814 yılları arasında yaşamış ünlü Alman düşünürüdür. Saksonya’daki küçük bir köyde fakir bir dokumacının oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Dokuz yaşına kadar dokumacılık ve çobanlık yapmıştır. Varlıklı bir çiftlik sahibi şans eseri onun zekâsını fark etmiş ve onu himayesine alarak eğitim hayatını üstlenmiştir. Ancak bu kişinin ölmesi ile tekrar yoksulluk ve sıkıntı çekmeye başlayan Fichte üniversiteyi çok zor bitirebilmiştir.

Özel ders vererek para kazanmaya çalıştığı sıralarda bir öğrencisi sayesinde Kant felsefesiyle tanışan Fichte o günden sonra tüm hayatını Kant’ın felsefesini geliştirmeye adamıştır.

Fichte den sonra Schelling ile devam eden Alman İdealizmi düşüncesi ise zirve noktasına Hegel’in “Mutlak İdealizm” felsefesiyle ulaşır ve Hegel ile birlikte sona erer.

Kant felsefesinden önce başlayan Fransız ihtilali sonrasında esen özgürlük rüzgarları hem Kant’ı hem de Kant sonrası birçok düşünürü olumlu yönde etkilemiştir.  Monarşiye karşı savaş açan Fransız Devrimi herkes için özgürlüğü sağlayacak modern bir yaşamı beraberinde getireceğinin sözünü vermişti. Fichte de diğer Alman idealist filozofları gibi Fransız Devrimi’nden oldukça etkilenmiş ve devrimin sonuçlarını idealist biçimde savunmuştur. Bu nedenle Fichte ve diğer Alman idealistlerinin asıl amacı, her şeyden önce insanın daha iyi bir varlık olmasını sağlayacak olan özgürlüğün savunucuları olmaktı.

Alman idealizm felsefesinin Kant’ın Transandantal felsefesiyle başladığını söylemiştik. Özellikle Fichte’nin felsefesi bu bağlamda Kant felsefesine dayanan bir felsefedir. Kant’ın eserleriyle tanışması, Fichte’nin hayatında bir dönüm noktası olmuş neredeyse tüm felsefesini Kant’ın düşüncelerini geliştirmeye adamıştır. Dolayısıyla Fichte’nin felsefesinin çıkış noktası Kant felsefesidir diyebiliriz.

Zaten Fichte, Kant felsefesine büyük bir bağlılıkla bağlandığını açık açık söyleyen bir düşünürdü ve bu bağlılığı onun Kantçı filozoflar arasında en büyüğü olarak anılmasına yol açmıştır. Ancak yine de Kant’a olan bu bağlılığı onun Kant felsefesini bütünüyle kabul ettiği anlamına gelmez. Çünkü Fichte’nin etkilendiği düşünürlerden biri de Spinoza’ydı. Spinoza’nın, Descartes’ın zihin ve beden ayırımına yol açan Kartezyen dualizme karşı açtığı savaş Alman İdealist filozoflarını derinden etkilemişti. Spinoza’nın bu düşüncesi Alman idealistleri tarafından, Kant’ın Transandantal felsefesiyle oyunun dışı bıraktığı metafiziği yeniden oyuna dahil etmenin yolu olarak görülüyordu.

Tabii ki Alman idealistleri tarafından Kant felsefesinde görülen en önemli sorun Kant’ın “kendinde-şey (Ding an sich)” kavramıydı. Diğer yazılarımızdan hatırladığınız üzere Kant, bilgimizin yalnızca görünüşler ile sınırlı olduğunu onların ötesinde yer alan şeylerin nasıl olduklarını bilemeyeceğimizi söylemişti. Çünkü Kant, Transandantal felsefesinde tüm bilgimizin deneyim ile sınırlı olduğunu söylüyor, bizim deneyimimizin dışında olan şeylerin ise bize aşkın olduğunu söylüyordu.

Fichte, Kant’ın Transandantal felsefesini çalışmaya başladıktan sonra Kant’ın numen veya kendinde şeyle ilgili düşüncesinde bir tutarsızlık olduğunu gördü. Çünkü Fichte, bir şeyin var olduğunu, ama o şey hakkında hiçbir şey bilemeyeceğimizi söylemenin açık bir çelişki olduğunu düşünüyordu. Ona göre bir şeyin var olduğunu söylememiz zaten o şey hakkında daha şimdiden bir şeyler bildiğimiz anlamına geliyordu. Bu yüzden Kant’ın “kendinde şey”in düşünülebilir ama bilinemez olduğunu söylediği varsayımını kanıtlanamayacak bir varsayım olduğunu düşünüyordu.

Fichte, kendi felsefesini oluştururken Kant’ın eleştirel felsefesini başlangıç noktası olarak almış olsa da amacı Kant’ın felsefesini radikal bir şekilde geliştirmekti. Bu nedenle ilk olarak Kant’ın “kendinde şey” kavramını aşmak istiyordu. Bunu yapabilmek için uzun süre bir çıkış noktası aradı. Çıkış noktasını ise kendi felsefesi olan “Ben” kavramında buldu.

Fichte, her şeyi anlamaya çalışırken çıkış noktamızın bilinç (özne) olduğunu düşünüyordu. Öznenin (“Ben”) kendi karşıtını yani (“Ben-olmayan”) yaratmadan kendini anlayamayacağını söylüyordu. Yani,ona göre insan kendini anlamak için önce dünyayı yani “Ben-olmayanı” deneyimlemek zorundadır. Bu yüzden ona göre çıkış noktası Suje yani bilinçtir. Fichte bu düşünceye geldiği an kendi Öznel İdealizm ya da “Ben” felsefesinin temelini oluşturmaya başladı. “Ben” felsefesinin tüm detaylarını ise Wissenschaftslehre (Bilim Öğretisi) adlı eserinde oluşturdu.

Fichte’ye göre, “Ben” sadece düşünmekle kalmaz; eylem yapar ve dünyayı inşa eder. Fichte’nin felsefesine göre, eylem olmadan “Ben” varlığını tam olarak ortaya koyamaz. “Ben”, ancak eylemleriyle özgürlük kazanır ve dünyayı anlamlı hale getirir. Fichte, özgürlükten söz ederken, bunun pasif bir durum olmadığını, aksine insanın aktif olarak çabalaması gerektirdiğini vurgular. Ona göre özgürlük, sadece öznenin (“Ben”) bilinçli eylemleriyle gerçekleşebilir. Örneğin, bir masa görüyoruz, ama aslında bu masa, bilincimizin bir ürünüdür. Bilinç, masayı düşünerek onu anlamlı hale getirir. Zaten Ben felsefesi denilince akla gelmesi gereken şey özneyi yani beni merkeze alarak öznenin üzerine düşünmektir. Özne üzerine düşünme fikri dediğimizde ise aklımıza ilk olarak Descartes gelir çünkü Descartes’in “Cogito”su aslında öznenin yeniden keşfidir.

İki türlü felsefenin olduğundan yola çıkan Fichte, bu felsefelerden birincisinin çıkış noktasının obje yani nesne ya da varlık olduğunu biliyordu fakat maddeden yola çıkıldığında buradan zorunlu olarak maddeciliğe ulaşılıyordu. Çünkü maddeden yola çıkan düşüncesinin sonunda zorunlu olarak materyalizme ulaşmaktaydı. Fakat bu durum şu problemi ortaya çıkartıyordu: Nasıl oluyor da bu maddesel dünyada bilinçli bir varlık ortaya çıkar? Nasıl oluyor da insan bu maddesel dünyadan yola çıkarak hem kendisini hem de maddeyi bilebiliyor? Bu sorular nesneden yani maddeden yola çıkan felsefede çözümlenemiyordu.

İkinci yol ise Sujeyi yani özneyi çıkış noktası almaktı. Bu durumda ise bilincin objeyi nasıl tasarımladığı sorusu ile karşı karşıya kalınıyordu.

Fichte’ye göre ise felsefenin başlangıç noktası, mutlak bir ilke olmalıydı ve aynı zamanda bu ilke, kendi kendisini açıklayabilen ve hiçbir dış varsayıma dayanmayan bir şey olmalıydı.

Fichte, bu mutlak ilkeyi “Ben” olarak tanımlar. Ona göre “Ben”, hem bilincin hem de varlığın temelidir.

Daha basit anlatmak gerekirse Fichte önünde iki olanak olduğunu düşünüyordu. Ya Kant’ın “kendinde şeyi” yani nesneden yola çıkmak ya da pratik alanda “özneden” yani benden yola çıkmak gerekiyordu. Birinci yoldan nesneden yola çıkarsa madde dünyasında özgür bir bilincin yani düşünen benin nasıl ortaya çıktığı açıklanamıyordu. Nesne yerine temel ilke olarak bilinç yani düşünen ben olduğu kabul edilirse bu kez de bilinçli öznenin dış dünyayı, nesneler dünyasını nasıl kurduğunu açıklanamıyordu.

Fichte bu sorunsalı “eylem” olarak çözümledi çünkü ona göre bilincin özü eylemdi. Eylem ile “Ben”, “Ben Olmayanı” karşısına koymalıdır ki kendisini ayırt edebilsin. Bu ben olmayan da doğa ve doğanın nedenselliğidir. Bu noktada doğa kendimizi bilmemizin bir aracıdır.

Artık “Ben”, kendisini kuran bir bendir. Bu, öznenin kendisini bilmesi ve kendi varlığını fark etmesi anlamına gelir. Böylelikle Fichte dünyayı aktif olarak inşa edenin özne olduğu varsayımına gelmiş olur.

Fichte’nin “Ben” ve “Ben Olmayan” ayrımı ayrıca benin kendini ben olmayanda bulması düşüncesi hatırlayacağınız gibi Hegel’in Öznel Bilinçten, Nesnel Bilince ve oradan da Mutlak Bilince yolculuğunun esas hikayesi olan “Efendi Köle Diyalektiğinin” özüdür. Hatta bence birebir aynısıdır. Hegel, “Efendi Köle Diyalektiğini” Fichte’nin “Ben” felsefesinde bulmuştur.

Kant ve Fichte de Duyusal ve İntelektüel Görü Ayrımı

Entelektüel ve duyusal görü kavramları hem Kant hem de Fichte’nin felsefesinde önemli bir yer tutar. Ancak bu iki filozof bu kavramları farklı şekillerde ele alır. Kant’a göre, bilgi hem duyularımızdan gelen ham veriler (duyusal görü) hem de aklımızın bu verileri düzenleyip anlamlandırması (entelektüel görü) ile oluşur. Duyular bize dünyanın bir parçasını gösterirken, akıl bu parçaları bir araya getirerek bütünsel bir anlam çıkarır.

Fichte ise Kant’ın bu görüşünü “Ben Felsefesi” ile daha da ileriye taşır. Ona göre, özne (ben), dünyayı aktif olarak inşa eder. Entelektüel görü, bu inşa sürecinde temel bir rol oynar. Duyusal veriler, öznenin bu inşa sürecinde kullandığı ham maddeler gibidir. Yani Fichte’de, entelektüel görü, duyusal görüye göre daha öncelikli ve belirleyici bir konuma sahiptir.

Fichte, “Ben” ve “Ben-olmayan” olarak inşa ettiği felsefesinde önemli olan Bilincin eylemidir. Ona göre eylem olmadan anlam olmamaktadır. Çünkü “Ben” in karşısında “Ben-Olmayan” ın dünyası vardır ve bu dünyada özgürlüğe yer yoktur. Özgürlüğün olduğu dünya “Ben”in dünyasıdır. Yani Ben’in Ben-olmayandan farkı özgürlüktür ve “Ben” bunun bilincindedir. Benin özgürlüğü ise ancak eylem ile gerçekleştirilecek bir şeydir.

Johann Gottlieb Fichte’nin felsefesi, Kant’ın transandantal idealizmini radikal bir şekilde geliştirerek öznel idealizmi ortaya koymuştur. Fichte, öznenin dünyayı aktif bir şekilde inşa ettiğini savunur ve eylemi özgürlük ve bilincin temel unsuru olarak görür. Ona göre eylemin olmadığı yerde sadece eylemsizlik vardır. Onun Ben felsefesi, insanın hem kendini hem de dünyayı kavrayışında eylemin ve öznenin önemini vurgulamış, Alman idealizminin de temel taşını oluşturmuştur.


Yorum bırakın