“Özgürlük gerçekten var olan bir şey mi yoksa sadece bir yanılsama mı?” Bu yazımızda bu soru etrafında dolaşarak çeşitli felsefi doktrinlerin görüşlerine değinmek istiyorum.
Aziz Augustinus’tan Aziz Thomas’a, Descartes’tan Leibniz, Spinoza’dan Schopenhauer’a ve tabi ki Marx’dan Jean-Paul Sartre ve Albert Camus’e kadar çok sayıda filozof ve düşünür asırlardır süregelen bu kadim sorunun cevabını aramışlardır.
Ama isterseniz önce temel bir soruyla başlayalım: Özgürlük nedir?
En basit tanımıyla “Kendi yeteneğine göre hiçbir şekilde kısıtlanmadan düşünme, hareket etme, seçim yapma yeteneğidir.”
Felsefi doktrinler ise “Özgürlük” kavramına farklı açılardan yaklaşmışlardır.
Mesela Determinist Görüş özgürlük diye bir şey yoktur der. Onlar için Her şey neden-sonuç ilişkisine bağlıdır. Davranışlarımız biyolojik, toplumsal ve psikolojik etkenlerle belirlenmiştir. Örneğin Schopenhauer: “İnsan istediğini yapabilir, ama neyi isteyeceğini isteyemez” demiştir.
Varoluşçu Görüş ise özgürlük kaçınılmazdır der. Onlar için İnsan doğuştan “kendi olmak zorunda” olan bir varlıktır. Tüm hayatı boyunca seçim yaparak kendi varoluşunu tamamlar. Bu yüzden seçim yaparken özgür olmak zorundadır. Sartre ünlü “İnsan özgür olmaya mahkûmdur” sözüyle tam da bunu anlatır.
Materyalist bakış açısı ise özgürlük kavramını ekonomik özgürlükle açıklar.
Marx’a göre, yaşamak için emeğini satmaya zorunluysan, “özgürlük” sadece bir yanılsamadır.
Neden mi?
Çünkü senin “özgürlüğün”, aslında zorunlulukla örtülmüş bir özgürlüktür. Bu durumu Marx şöyle tanımlar:
İnsan yaşamak ve hayatta kalabilmek için emeğini bu emek genelinde ise zamanını satmak zorundadır.
Gerçi Marx bu düşüncesine şöyle bir ekleme de yapar; “İşçi, işgücünü satmakta özgürdür ama bunu satmadan da yaşayamaz.”
Çünkü; Üretim araçlarından koparılmıştır, iş gücünü satmaya zorunludur ve en önemlisi toplumsal koşulları değiştirme gücü yoktur.
Gerçi çalışacağı yeri kendisi “seçebilir”, hatta İstediği yerde “çalışabilir” ve İstediği gibi “yaşayabilir” ama tüm bunlar ona yine de görünürde bir özgürlük verir ve bu özgürlük, yalnızca yasal biçimdedir.
• Yaşayabilmesi için gelire ihtiyacı vardır.
• Gelir elde etmesi için de emek gücünü satmak zorundadır.
• Emek gücünün değeri (ücret) ise başkaları tarafından belirlenir.
Yani:
Seçme şansın varmış gibi görünür, ama yaşamak için bir tek seçeneğin vardır: Çalışmak ve üretim araçlarına sahip olanlara bağımlı olmak.
Bu nedenle Marx der ki: “Biçimsel özgürlükler, gerçek bağımlılık ilişkilerini gizler.”
Bütün bu farklı düşüncelere rağmen insanlık özgürlüğünü yine de kaybetmek istemez. Çünkü geçmişte kaybedilen özgürlükler, tüm insanlığa bireysel özgürlüğün tekrar geri kazanılmasının ne kadar zor olduğunu göstermiştir. Bu yüzden Batı Avrupa toplumları bireysel hak ve özgürlükleri değişmez ve vazgeçilmez değerler olarak görmektedir.
Dünya tarihi, bireyleri tek tip bir insan haline getirmek isteyen ideolojik, ekonomik ve tinsel baskılarla mücadele eden toplumların bireysel mücadeleleriyle doludur. Bu mücadeleler “Özgürlük” adına yapılmış ve birçok yenilgiye karşın, savaşı kazanan çoğu kez özgürlük olmuştur. Çünkü insanoğlu doğası gereği bir toplum içinde yaşama gereği duysa da her zaman bireysel bir yaşamın, kendi kendini yönetmenin, kendi adına karar verebilmenin ve özgür bir şekilde düşünerek düşüncelerini özgürce açıklayabilmenin özlemini duymuştur.
Özellikle Avrupa tarihine baktığımızda, insanın önce doğanın egemenliğini yıktığını daha sonra ise kilisenin ve mutlakiyetçi devletlerin baskılarıyla mücadele ederek, tırnaklarıyla kazıya kazıya kendi bireysel özgürlüğünü elde ettiğini görürüz.
Bu nedenle belki de öncelikle “Bir deneyim olarak özgürlük nedir?” sorusuna cevap vermek lazım. Gerçekten de Özgürlük isteği, insanın doğasında varolan bir şey midir?
Özgürlük isteği, pek çok filozof ve düşünür tarafından insan doğasının önemli bir parçası olarak görülür. İnsanlar, varoluşları boyunca, kendi iradelerini kullanarak kararlar almak, seçimler yapmak ve bağımsız olmak istemiştir. Peki insanın bu arzusu, bireysel özerklik ve özdeşlik arayışından mı kaynaklanıyor? Kim bilir belki de gerçekten öyledir. Ancak “Coğrafya kaderdir” sözü ne derece doğruysa özgürlük anlayışı da kültürel, toplumsal ve bireysel faktörlere göre farklılık gösterebiliyor. Bu nedenle kimi insan özgürlüğü özellikle bireysel özgürlüğü toplumsal yaşama bir tehdit olarak görürken, kimileri de bireysel özgürlüğü toplumun çağdaş ve demokratik bir yola girişinin zorunlu bir koşulu olarak görüyor.
Felsefede özgürlük üzerine yapılan tartışmalar da bu farklı düşünceleri yansıtır. Örneğin, Jean-Jacques Rousseau, toplumsal sözleşme anlayışında, özgürlüğün yalnızca bireysel iradeden değil, aynı zamanda toplumsal ilişkilerden de kaynaklandığını savunurken, John Locke gibi filozoflar ise bireysel özgürlüğü, doğal hakların bir parçası olarak görür.
İnsanoğlunun özgürlük mücadelesi ilk insan topluluklarından başlar. İnsanlık özgürlük adına ilk mücadelesini hayatta kalabilmek ve yaşamını sürdürebilmek adına doğaya karşı vermiştir. Zaten bireylerin toplumsal bir hayata geçişi de doğaya karşı verdikleri bu mücadele sonrasında olmuştur. İlk insanlar topluluklar halinde yaşamanın doğaya karşı güç elde etmenin bir zorunluluğu olduğunun farkına vardıklarında toplumsal hayata geçmişlerdir.
Antik Yunanda ise ilk kez Epiküros bireysel özgürlük düşüncesinin önemini vurgulamıştır. Epiküros, insanın kör bir zorunluluğun elinde tutsak olmadığını ve kendi kaderini belirleyebileceğini söyleyen ilk filozoftur. Epiküros insanın mitlerden uzaklaştıkça karar verebilme ve seçim yapabilme yetisine kavuşacağını hatta bu yetinin insanın doğasında olan bir yeti olduğunu söyleyecekti.
Epiküros’dan sonra gelen hemen hemen tüm Antik Yunan düşünürleri mutluluğun özgürlükle geleceğini söyleyecek erdemli, ahlaklı ve mutlu bir hayatın temelini bireyin özgürlüğüne bağlayacaklardı.
Antikite döneminden sonra gelen Ortaçağ Felsefesi ise Tanrı merkezli bir hayat anlayışını benimseyince bireysel özgürlük, skolastik ve dogmatik düşüncenin içinde kaybolacaktı. Ortaçağın mutlak kader inancı bireysel özgürlüğün önünde en büyük engeldi. Çünkü o dönem bireysel özgürlük anlayışı, günümüzle kıyaslandığında oldukça farklıydı. Özellikle Batı Avrupa’da oluşan çok katmanlı yapı bireylerin özgürlüklerini toplumsal sınıf, din ve feodal yapılarla sınırlıyordu. Özgürlük, yalnızca iktidar sahiplerinin, egemenlerin veya soyluların ayrıcalığı olarak görülüyordu sıradan halkın özgürlükleri ise büyük ölçüde kısıtlanmıştı.
Ortaçağ’ın en belirgin özelliklerinden bir diğeri ise Kilise’nin ve Feodal sistemin bireylerin yaşamlarını kısıtlamasıydı. Kilise, inanç sistemiyle bireyler üzerinde büyük bir denetim gücüne sahip olurken, Feodal sistem ise toprak sahiplerinin, emeğiyle çalışmak zorunda kalan bireyler üzerinde büyük bir otoriteye sahip olmasına neden olmuştur.
Uzun süre bu baskıcı düşünce yapısı altında yaşayan batı toplumu Rönesans düşüncesiyle ancak değişmeye başlayacaktı. Rönesans ile gelişen özgürlük hareketleri Kilise’nin etkisini azaltırken, insanlar nihayet bireysel haklar ve özgür irade üzerine düşünmeye başlayabildiler. Bu dönüşüm, daha sonra Aydınlanma düşüncesinin temellerini atacak özgürlük ve eşitlik düşüncelerinin gelişmesine zemin hazırlayacaktı.
Rönesans’tan sonra gelen Aydınlanma dönemi ise özgürlük ve bireysel haklar anlayışında daha büyük bir dönüşüm yaratmıştır. Bu dönemde, insanların akıl, bilim ve mantık yoluyla kendi düşüncelerini oluşturabilme yeteneklerinin ön plana çıkması, özgürlük anlayışının temellerini yeniden şekillendirmiştir. Aydınlanma düşünürleri, bireylerin haklarını savunarak, toplumsal ve dini otoritelerin baskıcı yönetimini eleştirmişlerdir. Bireylerin akıl yoluyla kendi hayatlarını düzenleme haklarına sahip olduğunu vurgulamışlardır. Voltaire ve Immanuel Kant gibi filozoflar, insanların akıl ve mantıkla yönlendirilmeleri gerektiğini savunurken özellikle Kant, “Sapere Aude” (Bilmeye cesaret et) diyerek, insanları düşünmeye ve kendi akıllarını kullanmaya çağırmıştır.
Aydınlanma, bireysel özgürlüğün sadece belirli bir sınıf için değil, tüm insanlara sağlanması gerektiği fikrini de yaygınlaştıracaktı. Demokrasi anlayışı bu dönemde gelişecek ve özgürlük fikriyle bağlantılı hale gelecekti.
Toplumların, bireylerin haklarını güvence altına alarak onları eşit şekilde temsil edecek bir yapıya kavuşması gerektiği fikri, Aydınlanma düşüncesinin getirdiği en önemli fikirlerden biridir.
Kant ile başlayan Alman İdealizm düşüncesi özgürlük kavramını birey için bir zorunluluk olarak görüyordu. Onlar için Özgürlük, gerçekleştirilmesi gerekli olan bir ödevdi. İnsanoğlunun her eylemi, özgürlüğü gerçekleştirme çabasıydı. Çünkü Alman idealistlerine göre “Yapmak” demek özgürlüğü kullanmak demekti.
Ortaçağın baskıcı ve dogmatik düşünce yapısından Aydınlanma dönemine gelmek hiç kolay olmamıştı. Engizisyon Mahkemeleri, özellikle Katolik Kilisesi’nin otoritesine karşı çıkan bilim insanları ve düşünürler üzerinde büyük bir baskı kurmuş, pek çok filozof, bilim insanı ve sanatçı kilisenin sansürüne, yargılamalarına ve hatta idam cezalarına maruz kalmıştır.
Örneğin Giordano Bruno, Kozmolojik görüşleri ve dinsel dogmalara karşı geldiğinden ayrıca evrenin sonsuz olduğunu ve Güneş’in, diğer yıldızlardan biri olduğunu savunduğundan dolayı Roma Engizisyonu tarafından diri diri yakılarak idam edilmiştir.
Galileo Galilei ise Dünya’nın Güneş etrafında döndüğünü öne sürdüğünden dolayı Engizisyon Mahkemesi tarafından zindana atılmış, sonra fikirlerini reddetmeye zorlanmış ve ömür boyu hapis cezasına mahkûm edilmiştir.
Engizisyonun baskısından çekinen Rene Descartes ise fikirlerini çok uzun bir süre yazmamış yıllar sonra Metafizik ve bilimsel sorgulama üzerine yaptığı çalışmalar ile skolastik düşünceye meydan okumuştur.
Engizisyon’un baskısı altında kalan düşünürler, bireysel özgürlük ve bilimsel ilerleme yolunda büyük bedeller ödemiştir. Ancak bu baskılar, Aydınlanma Çağı’nda özgür düşünceye verilen önemi daha da artırmıştır.
Fransız Devrimi, bireysel özgürlüğün Avrupa tarihinde önemli bir dönüm noktası oldu. 1789’da kabul edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, tüm bireylerin doğuştan gelen haklara sahip olduğu ilkesini ortaya koymuştur. Bu bildirge, özgürlüğü, eşitliği ve kardeşliği temel alarak, monarşinin mutlak gücünü ve feodal yapıların baskı anlayışını ortadan kaldırmıştır.
Daha sonra ortaya çıkan Sanayi Devrimi ise Fransız Devriminin ilan ettiği bireysel hak ve özgürlükleri ekonomik yapıyı dönüştürerek yeni özgürlükler verirken birçok baskıyı da beraberinde getirmiştir.
Sanayi Devrimi ile üretim kapitalist bir düzene geçerken, insanların ekonomik bağımsızlığı üzerindeki denetim de değişti. Köylüler ve zanaatkârlar, toprağa veya loncalara bağlı çalışırken, sanayileşme ile büyük şehirlerde fabrikalara bağımlı bir işçi sınıfı oluştu. Uzun çalışma saatleri, düşük ücretler ve kötü çalışma koşulları, bireylerin özgürlüğünü büyük ölçüde kısıtladı.
Fransız Devrimi ile kazanılan bireysel özgürlükler, Sanayi Devrimi’nin başlarında kısmen kaybedildiyse de işçi hareketleri, sendikalar, demokrasi genişlemesi, eğitim ve sosyal haklarla bireysel özgürlükler tekrar kazanıldı ve zamanla modern refah devletinin temelleri atıldı.
Ve sonuç olarak görmekteyiz ki Batı Avrupa’nın özgürlük mücadelesi M.Ö beş yüzlerde başlayan ve bin sekizyüzlü yıllara kadar devam eden yaklaşık iki bin üç yüz yıllık bir mücadelenin eseridir. Batı Avrupa tarihindeki özgürlük mücadelesi, baskıcı totaliter yönetimlere ve dogmatik düşüncelere karşı verilen uzun ve sancılı bir savaşın sonucunda kazanılmıştır. Bu nedenle Batı toplumlarının bireysel özgürlüklere verdiği önem, bu tarihsel mücadelelerin yarattığı kolektif bilinç ve deneyim ile doğrudan bağlantılıdır.
Magna Carta (1215), Reform Hareketleri (16. yüzyıl), Aydınlanma (18. yüzyıl), Fransız Devrimi (1789), İşçi hareketleri (19. yüzyıl) ve faşizme karşı direniş (20. yüzyıl) gibi önemli kırılmalar, özgürlüğün ne kadar zor kazanıldığını Batı toplumlarına yaşayarak öğretmiştir.
Tarihsel süreç göstermiştir ki, özgürlükler bir kez kazanılıp sonsuza dek korunamaz. Sürekli mücadele, eleştirel düşünce ve hukuk devleti mekanizmaları ile güvence altına alınmalıdır.
Ve unutulmamalıdır ki bireysel özgürlüklerin korunması, yalnızca devletin değil, toplumun her bireyinin sorumluluğundadır bunun için Anayasal Haklar, Bağımsız Yargı, Uluslararası Sözleşmeler, Demokratik Yönetim, Bağımsız Sivil Toplum Örgütleri, Özgür Bir Basın, Bireylere çocukluktan verilecek olan İnsan Hakları Eğitimi ve Eleştirel Düşünce bireyler arasında özgürlüğün savunulmasının önemli koşuludur.
Çünkü “Özgürlük” denilen kavram sadece politik ya da ideolojik bir ideal değil, bireyin varoluş biçimidir.
Özgür bir hayatın içinde kalabilmek dileğiyle…
