İnsanoğlu beşer, şaşar. Her zaman doğruyu yapamayız. Bazen yaşadığımız toplumun değer yargılarına ya da yetiştirilme tarzımıza uygun davranmayız. Böyle anlarda kendimizi rahatlatmak adına hatalarımızı aklımızın perdeleriyle örter, bizi haklı çıkaracak bahaneler üretiriz. Çünkü herkes kendi doğrusunu yaratır. Ancak bazen bu doğrular, sadece kendi yanlışlarımızın üzerini örtmekten ibaret olabilir. İnsan, yaptığı yanlış seçimlerin sonuçlarıyla yüzleşmek yerine, onları haklı göstermeye çalışarak daha büyük bir çıkmaza sürüklenebilir.
Peki, bu her koşulda doğru mudur? Gerçekten de seçimlerimizi yaparken doğrularımızı mı yaratıyoruz?
Fyodor Dostoyevski‘nin “Suç ve Ceza” adlı romanının kahramanı Rodion Romanoviç Raskolnikov, bu sorunun cisimleşmiş hali gibidir ve Dostoyevski, romanında tam da bu içsel çatışmayı merkeze alır.
Eğer bu muhteşem klasiği hâlâ okumadıysanız, şiddetle tavsiye ederim. Ancak ne yazık ki yazıyı biraz daha anlaşılır kılmak adına kitabın konusundan kısaca bahsetmek zorundayım.
“Suç ve Caza”nın ana karakteri Rodion Romanoviç Raskolnikov, yoksul ve içine kapanık bir üniversite öğrencisidir. Hayat şartlarının ağırlığı ve üstün bir insan olduğu inancıyla, ahlaki sınırları aşarak “topluma zararlı” insanları ortadan kaldırmanın doğru olabileceğini düşünmeye başlar ve tefeci Alyona İvanovna’yı öldürmeye karar verir. Çünkü ona göre yaşlı tefeci, topluma hiçbir katkısı olmayan bir parazittir ve ölümü, daha büyük bir iyiliğe hizmet edecektir. Bu düşünceyle elinde bir baltayla Alyona İvanovna’nın evine giren Raskolnikov elindeki baltayla cinayeti işler ancak Alyona’nın masum kız kardeşi Lizaveta‘ya da öldürmek zorunda kalır.
Bu iki cinayetin ardından Raskolnikov, psikolojik bir çöküş yaşar. Kitapta asıl bundan sonra başlar. Vicdan azabı, korku ve paranoya içinde bocalayan Raskolnikov’un tuhaf davranışları çevresindekiler tarafından fark edilir. Raskolnikov’un garip psikolojisi cinayeti araştıran Polis müfettişi Porfiriy Petroviç’in de dikkatini çeker; ondan şüphelenir fakat elinde bir kanıt yoktur. Bu nedenle psikolojik baskı yöntemleriyle onu köşeye sıkıştırmaya çalışır. Raskolnikov bu süreçte fahişe Sonya Marmeladov ile tanışır. Fakir ama saf ve merhametli Sonya’nın sevgisi ve dini inancı, Raskolnikov’un düşüncelerini sarsar. Sonunda, Sonya’nın telkinleriyle suçunu itiraf eder ve Sibirya’da sekiz yıl hapis cezasına çarptırılır. Sonya da onunla birlikte Sibirya’ya gider.
Biz tekrar yazımıza dönecek olursak; Raskolnikov, Nietzsche‘nin henüz doğmamış gölgesi üzerinde Üstinsanın kendi ahlakını yaratabileceğini savundu. Ancak onun özgürlüğü, onu bir kahraman değil, kitabın sonunda bir mahkûm yaptı. Çünkü aslında Raskolnikov’un yaptığı şey, kendi yanlışlarını haklı çıkarmaya çalışmaktan başka bir şey değildi.
Peki ya Raskolnikov’un baltası sizin elinizde olsaydı siz neyi seçerdiniz? Kant’ın “Evrensel Ahlak Yasası”nı mı yoksa Dosteyevski’nin vicdanını mı?
Kant, aklın evrensel yasalarını savunurken, Dostoyevski ise bize vicdanımızın fısıltılarına dinlemeyi öneriyor. Özgürlüğümüz, doğrularımızı yaratır; ama ya o doğrular, bizi bir uçuruma sürüklerse? Bu soru, insanın hem efendi hem köle olduğu varoluşumuzun o karanlık aynasında belirir: Özgürlük, bir lütuf mu, yoksa bir lanet mi?
Raskolnikov, kendi doğrusunu yaratmaya karar verdiğinde, eline bir balta aldı ve tefeci Alyona lvanovna’nın kafasına indirdi. Ona göre, bir “paraziti” yok ederek insanlığa hizmet ediyordu. Fakat Kant’a göre, bireyin ahlakı salt akılla belirlenmelidir ve herkesin uymak zorunda olduğu evrensel yasalar vardır. Raskolnikov’un eylemi, bireysel bir hata olmaktan çıkıp toplumun düzenini sarsan bir anarşiye dönüşüyordu.
Peki, ya siz olsaydınız? Kendi doğrunuzu yaratmak için hangi sınırlarınızı aşardınız.
İşte tam da bu noktada Kant devreye girer. Kant’a göre, bireyin doğrusu akıl yoluyla belirlenmelidir ve herkesin uyması gereken evrensel yasalar olmalıdır. Eğer bir eylem, evrensel bir yasa haline geldiğinde toplumda kaosa neden olacaksa, o eylem ahlaki değildir. Bu bağlamda, Raskolnikov’un eylemi Kant’ın etiği açısından asla kabul edilemez. Çünkü bir insanın, kendini diğerlerinden üstün görerek başka bir insanın hayatı üzerinde hak iddia etmesi, aklın evrensel yasasına aykırıdır. Raskolnikov’un hatası, sadece bireysel bir günah değil, toplumun düzenini tehdit eden bir anarşi biçimidir.
Ancak insan, yalnızca akıldan ibaret değildir. Kant, doğruların yalnızca rasyonel yasalar çerçevesinde belirlenmesi gerektiğini söylerken, vicdanın fısıltılarını yeterince dikkate almaz. Dostoyevski, işte bu noktada Kant’tan ayrılır. Ona göre, insanı ahlaki bir varlık yapan şey yalnızca aklı değil, vicdanıdır.
Raskolnikov, aklıyla haklı çıkmaya çalışsa da vicdanı ona karşı çıkar. Sonya’nın sevgisi ve inancıyla birlikte, o da kendi doğrusunun bir yanılsama olduğunu fark eder. Çünkü Özgürlük, yalnızca kendi doğrularını yaratmak değil, o doğrularla yüzleşip yeniden inşa olabilmektir.
Bugün, bu tartışma hâlâ geçerliliğini koruyor. Sosyal medya çağında herkes kendi doğrusunu yaratıyor, ama bu doğrular birbirine çarpıştığında ne oluyor? Hakikatini bilimde bulanlarla, kendi gerçekliğini inşa edenler arasındaki uçurum giderek derinleşmiyor mu?
“Herkes kendi doğrusunu yaratır” sözü, bazen bireysel bir özgürlüğün, bazen de kolektif bir kaosun habercisi olabiliyor. O yüzden asıl sorulması gerekli olan soru bence şu olmalı; Özgürlüğümüz, bizi insanlığın ortak bir vicdanına mı götürüyor, yoksa bizi birbirimizden koparan bireysel doğruların içine mi hapsediyor? Dostoyevski’nin dediği gibi, kendi doğrumuzu yaratabiliriz, ama ya o doğru bizi bir uçuruma sürüklerse? İşte o zaman, Raskolnikov’un baltası mı yoksa Sonya’nın şefkati mi bize yol gösterecek?
Artık Dostoyevski’nin vicdan fısıltılarına kulak vermenin zamanı gelmiş olabilir mi? Hatalarımızın ve günahlarımızın üstünü örterek onları yok sayamayız. Çünkü özgürlük, sadece doğrularımızı yaratmak değil, o doğrularla yaşamayı da öğrenmektir.
